Babil Kulesi Efsanesi: İlk Ayrılık ve Birleşmeyen İnsanlık
Dil neden var? Dil olmasaydı ne olurdu? İnsanlar neden farklı dilleri konuşur? Cennette hangi dil konuşulacak? Görüntü mü önemli, dil mi? Bu ve buna benzeyen pek çok soru neredeyse 5.000 yıldır insanları düşündürmeye devam ediyor ve henüz tatmin edici bir cevap bulunamadı. Ancak yine de “dil” konusunda eskiye nazaran daha çok şey bildiğimizi söylemek mümkün. Bugünün toplumları açısından bakıldığında, dil hem bir kendini ifade etme biçimi hem de başkalarına hükmetme biçimi olarak görülebilir. Özellikle de dil dünyayı doğu ve batı, Müslüman ve Hristiyan olmak üzere iki farklı gezegenmiş gibi anlatmanın da en etkili yolu…
İnsanların Bir Dile İhtiyacı Var mı?
Dil olmasaydı eğer, kuvvetle muhtemel insana ait bir medeniyet tarihinden bahsedemiyor olacaktık. Dilin kendisini açıklamaya çalışırken bile dili kullanıyoruz. Dil, bir insan ürünü değil, en azından bundan eminiz. Çünkü Chomsky gibi dilbilimcilerin de ortaya koyduğu üzere dil yeteneği insanda doğuştan gelen bir yetenek. Dil kazanma yeteneği hem doğuştan gelir hem de toplumsal hayat tarafından şekillendirilir. Dilin olmadığı bir dünyada, bugünkü bildiğimiz anlamda bir toplumdan bahsetmek de elbette mümkün değildir. İlk insan yaratıldığından bu yana dil vardı ve hep olacak. Kur’an-ı Kerim de ilk insanın konuşmayı bildiğini söyler. “Adem Rabbinden kelimeler aldı.” (Bakara Suresi, 237) İnsan, dili konuşabilecek ve anlayabilecek bir tasarımla yaratılmıştır.
Babil Kulesi’nin Yıkılışı: İlk Ayrılık
Babil kelimesi, Akad dilinde “Bāb-ilû” olarak geçer ve “Tanrı’nın Kapısı” demektir. Dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve Babil’in Asma Bahçeleri içinde bulunan Babil Kulesi, Tanrı Marduk adına yapılmıştır. Sümerliler, yükseklere taparlar ve yeryüzü ile gökyüzünü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına inanırlardı. Sümerliler yeri göğe bağlayan bu ağacı temsil eden ve Tanrı Dağı dedikleri kuleyi, zamanımızdan 5.000 yıl kadar önce yapmışlardı. Kule 90 metre genişlikte ve 90 metre yüksekliğe sahip 7 katlı bir bina idi. Kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila’ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu vardı. Bugün, Tevrat ve İncil’de geçen Babil Kulesi’nden geriye hiçbir iz kalmadı.
Babil Kulesi’nin yıkılışı, toplumların ilk ayrılığıdır aslında. Efsaneye göre Tanrı, kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılışı Tevrat’ta anlatılmaz ancak Jubilees veya Leptogenesis olarak bilinen Yahudi belgelerinde anlatılır. Dini bir bakış açısıyla bu öykü, sıklıkla insanın kusurluluğunu, tanrının kusursuzluğu ile kıyaslamak, insanın kibrini ortaya koymak ve dünyadaki yüzlerce dilin kökenini açıklamak amacıyla kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de Babil şehrinden Bakara Suresi 102. ayette bahsedilir.
Cennetin Dilleri
Kutsal kitaplar, bütün insanların önceleri tek bir dil konuştuklarını, bir gün gurura kapılarak gökyüzüne kadar yükselecek bir kule yapmaya başladıklarını, onları cezalandırmak isteyen Tanrı’nın da kuleyi yıkarak dilleri birbirinden ayırdığını yazar. Bugün konuşulan diller böylece yozlaşmış, konuşulan “ilk dil”in yetkinliğinden ve ilahi anlamından uzaklaşmışlardır.
O günden bu yana, hem Müslüman alimler hem de Hristiyanlar, herkes için kutsal, ilahi olan ve kaybedilen bu dili bulmaya çalışmışlardır. Müslümanlara göre bu ilahi ve kutsal dil yani cennetin dili Arapça’dır. Hristiyanlara göre ise cennetin dilleri: İbranice, Yunanca ve Latince’dir. Hristiyanlara göre üstünlük bu dillerdedir. Diller arasındaki bu ayrılık, ulusların da ayrılmasına yol açmıştır.
1688 yılında Andreas Kempe, Hamburg’ta “Cennetin Dilleri” isimli küçük bir yapıt yayınladıktan sonra ülkesindeki Lutherci rahipler tarafından sürgüne yollanır. Kempe, pek çok kahraman arasında geçen bir dizi tartışmada, dillerle dolu bir yeryüzü cennetine doğru yapılan bu yarışı gülünç bir hikayeye dökerek anlatır. Bu çalışmayla birlikte, 17. yüzyıl Avrupa’sında, Samilere ve Hint-Avrupalılara ilişkin araştırmalar büyük bir hız kazanır.
Temelinde faşizm hatta dilsel faşizm diyebileceğimiz bir anlayış yatan bu iki dil ailesinin ayrıştırılışı böyle başlar. Toplumlar Ari ve Sami olmak üzere iki kutup gibi gösterilmeye çalışılır. Bu durum günümüzde sadece dilbilimini değil; etik, din, kültür ve siyaseti de kapsayan çok boyutlu bir tartışma halini almıştır. Öyleki ırkçılığa kadar uzanan bu tartışmaların içinde birçok düşünür bu argümanı kullanarak toplumları üstünlük ve aşağılık kavramlarıyla ilişkilendirip kendi ulusunu, dinini ve kültürünü üstün göstermeye çalışmıştır.
Efsaneye göre, Babil kulesinin yıkılmasıyla birlikte farklı dilleri konuşmak ve birbirini anlamamak üzere lanetlenen insanlık, dili de yine kendi çıkarları için kullanıyor görünmektedir. Bugün, Ari ve Sami olarak adlandırılan iki dil ailesinin icadı, aynı zamanda bu dillerin kültür evrenlerine dahil olan halkların da kendi aralarında, üstün ya da aşağılık olarak sınıflandırılmasına varmaktadır. İşte o ilk ayrılıktan sonra uygarlık; hareketliliği, yaratıcılığı, aklı ve değerlerin yüceliğini Arilere, Batı toplumlarına atfedecek; Samilerin payına ise kımıltısızlık ve muhafazakarlık düşecektir. Oysaki bu sadece görüntüden ibarettir.
Pierre Vernant, Batı toplumlarının, diğer toplumlar üzerindeki üstünlüğünü eleştirirken şu cümleleri kurar: “Batı’da toplama kamplarının gölgesinin bugün de hala kol gezdiğini ve fırınlardan yanmış bedenlerin dumanlarının yükseldiğini nasıl görmeyebiliriz?” Bu ifade, Batı’ya dair üstenci bakışın sorgulanması gerektiğini de açıkça ortaya koymaktadır. Dinselliğin ve mitin, insan ve toplum bilimlerinin akılcı söylemlerine, en azından 19. yüzyılda, nasıl içten içe işlediğini görmek isteyenler, bu coğrafyada bir zamanlar sorulmuş soruların da nerelerden kaynaklandığını göreceklerdir. İnsanlar görmezden gelse de ışık her zaman doğudan yükselecektir.
Dilin kötüye kullanımı, modern toplumların en ayırıcı özelliklerinden biridir. Jacques Ellul’un söylediği gibi: “İnsanlığı kurtarma isteğinde olan herkes bugün öncelikle dili kurtarmalıdır.” Bugün dil imajların ve görselliğin etkisindedir. Her şeye ‘şeklen’ bakışımız imajların dili tahrif etmesine neden olmuştur. Böylece dil, anlamsız seslere dönüşmüştür. Herhangi bir fotoğraf veya imaj bizi sadece var olan gerçekliğe ulaştırabilir. Söz ise bize hakikati anlatır. Asıl varoluş söz ile mümkündür. Aynı şekilde insanların Allah’a ulaşma ve Allah’ı bilme yolu da imajlarla değil; ancak söz ile mümkündür. Bugün artık söz ile desteklenmeyen her şey sığ ve yüzeyseldir.
Hristiyan toplumlar işte tam da bu nedenle bir “ikon” kültürüne sahiptir. Hristiyanlar Allah’a ulaşırken dahi ikonlardan, resimlerden yararlanır. Batı toplumu imajlarla düşünür ve görselliği gerçek kabul eder. Batının bakış açısında kutsalı resmetmek bir değer ihlali olarak kabul edilmez. Oysa ki İslam anlayışı bir “ikon” kültürünü dayatmaz. Müslümanlar, Allah ile iletişim kurarken resimleri, ikonları değil; dili kullanırlar. Çünkü dil hakikatin ta kendisidir. İslam söz ile, kelam ile, kalp ile var olur ve sonsuza dek var olacaktır.
Görsel kültür veya imaj kültürü, İslam toplumlarını teğet mi geçmiştir? Elbette ki hayır. Buradan hareketle İslam toplumlarında “İkon kültürü”nün etkilerini, görsel kültürün İslam dini üzerindeki yansımalarını inşaallah başka bir yazıda konuşmak üzere…
Yorumlar