Esasen dev bir yarayım ben…
Ana rahmine düştüğüm an duyumsadım acıyı. Kaburgalarımı saran sezgilerim, gitmem gereken yeri tarif edip durdular yıllarca. Ruhumun ortasına çöken gitme arzusuna bir süre mukavemet gösteremedim ve oraya gitme isteği ile ayağa kalkmaya çalıştım, fakat ne zaman yürümeye yeltensem dönüp dolaşıp bu dev yarayı; kendimi, tavaf etmekten öteye gidemedim.
Böyle başlıyor yılın en dikkat çekici romanı olan Butimar. Kaan Murat Yanık, Butimar isimli romanında, bugüne değin dünyada Gabriel Garcia Marquez, Haruki Murakami ile öne çıkan ‘büyülü gerçeklik’ akımının da oldukça iyi bir örneğini ortaya koyuyor.
Butimar kim? Butimar ne? Butimar gerçek mi? Merak edenler için işte Butimar…
İstanbul’da bir psikiyatr, bir rüya ve bir modernizm eleştirisi ile başlayan Butimar’ı okurken zaman sizi bile isteye geçmişe, Erivan’a götürüyor. Sonrasında uyku uyanıklık arası mest bir halde sizi yeniden İstanbul’un hayalsiz, rüyasız ve soğuk gökdelenlerinin arasına bırakıyor. Nevi şahsına münhasır halleriyle işte karşınızda Butimar romanının en öne çıkan karakterleri.
Psikiyatr
Bir rüyanın peşinden giderken, geçmişten gelen bir mektup ve mektubun içinden çıkan bir resim, geçmiş ve bugünü mesafesiz kılan bir suret. Birbirine bağlanan yüzyıllar ve İstanbul’da bir psikiyatr.
Psikiyatr, aslında hem çok tanıdık bir karakter, hem de bir muamma. Bin yıllık bir kentin yorgun rüya işçisi. Sislerin, pusların, egzoz dumanının esaretinde soluklanan bir şehrin hem yerlisi, hem yabancısı o. Bir rüyanın içinde yaşamayı yadırgamayan; ancak, ısrarla bir gerçekliğin üzerinde yürümeyi her daim yadırgayan, romandaki tabiriyle ‘temeline küskün bir ev’ o.
Yusuf
Yusuf’u her düşündüğümde, dilimden ve kalbimden dökülen bir hisle “Ah Yusuf!” derken buluyorum kendimi. Yusuf, kendini hep düşündüren, hatta kitap bittikten sonra bile bir kahvenin yudumunda, dalgın bir bakışta ansızın kendini akla getiren, omzunuza dokunup “Ben burdayım” diyen daimi bir karakter. Rüyası gerçek olan bir adam o. Rüyasını gerçeğe kurban eden de yine o…
Asi değil belki ama hırçın. Sesinde, sözünde bir öfke. Kalbinde kocaman bir aşk. Aşkı dahi yere vuran hırsıyla Yusuf, romanı okuduğunuz sürece merhamet etmek isterken bir anda sizi tedirgin eden haliyle zıt iki duyguyu aynı anda yaşatacak kadar güçlü bir karakter. Bir pasajda şöyle diyor Yusuf: “Beni özlersen, akşamın boynuna sarıl, akşam bendedir. Görkemli bir büyüme biçimidir bu…” ve gidiyor Yusuf. İçimize oturuyor bu gidiş…
Behzad
Eğer hayat, üzerinden yürüyüp geçtiğimiz bir yol ise Behzad, kainata dair bu geçiciliği hepimizden daha fazla fark etmiş, kalbi sırlarla dolu bir yolcu. Her kelimesi sanki ibadet olan bir adam; her haliyle Allah’ın sonsuz varlığı ve birliğine iman eden kalbimizin gizli tarafı.
Behzad, herkesten uzak tutup; kıyılarda, köşelerde pamuklara sarıp sarmaladığımız en kuytu tarafımız belki de. İman etmenin en suskun hali Behzad.
Butimar
Butimar da aşkın yolcusu. Gözlerindeki hüzne bir sürme çekerek sevdiğine bi’at eden sadık bir sevgili. Aşk teslimiyettir ya hani, Butimar işte o teslimiyetin adı. Üstelik aşkın, dünyalık her nimetten daha değerli olduğunu bilecek kadar aşık ve bir kalbin hükümranlığına boyun eğecek kadar itaatkar. Aşkın müşriklerinden değil o. Kalbine musallat olan bir sevdanın maktulü. Vuslat, hasret dahi olsa yola çıkmaktan çekinmeyen bir asi. Nihayetinde kim kimi böylesine bekler ki…
Aşkın, bahtiyarlık olduğu kadar bedbahtlık olduğunu anlayacak kadar uzun yaşadı Butimar. Aşka yolcu olmanın hakkını, kanının son damlasına kadar verdi. Aşkı en çok o hak etti ve her aşık gibi günü geldiğinde onulmaz bir bedel ödedi. Halbuki her derdi, bir sarılmayla, müşfik bir gülümsemeyle bitecek kadar kısaydı. Butimar aşıktı ve aşık bir kuş uçamazdı.
Hoca Ali Garbi
Keşke hepimizin böyle bir akıl hocası olsa dediği müthiş adam. Baştan sona nizamlı. Varlığımızın akıl ve denge tarafı gibi. Her sözü şifa olan bir derviş. Söylediği her cümle, kainatta kendine kalıcı bir mesken ediniyor sanki. Ali Garbi’den birkaç kelam: “Vah Yusuf’um. Kuyunla tanışmışsın. Yusuf’u kuyuya düşüren Allah, çıkarmasını da bilir elbet, dert etme.”, “İnsanlara gelince… Sizi yargılarlar. Onlara kulak asarsanız daha çok yargılarlar.”
Karakterleri daha yakından tanımak ve onları anlamak için Butimar’ı mutlaka okumalısınız. Şimdi Butimar’ın yazarı Kaan Murat Yanık ile sohbetimize başlayalım.
Ayşegül Aldemir: Herkesin merak ettiği ve öğrenmek istediği soru “Butimar” ne demek?
Kaan Murat Yanık: Butimar, mitolojik bir kuş, aynı zamanda romanın ana karakterlerinden birinin adı.
Efsaneye göre Butimar kuşu denize aşıktır ve her gün kıyıda oturup sessizce denizi izler. Denizin büyüsüne öyle kapılır ki, çok susamış olmasına rağmen önündeki denizden bir damla dahi içmez çünkü denizin kuruyacağından korkar. Ayrıca Butimar kuşu, çok yükseklerde uçabilmesine rağmen üç durumda uçamaz.
Bir; müzik sesi duyarken, iki; kar yağarken, üç; âşık olduğu zaman…
Ayşegül Aldemir: Bizler Dede Korkut hikayeleriyle büyüyüp, Binbir Gece Masalları ile uykuya dalan çocuklardık. Bu anlamda “Narrative/ Öyküsel” bir tarafınız var ve elbette “Büyülü Gerçeklik” kaleminize çok yakışıyor. Bu durum Carl Gustav Jung’un anlattığı şekliyle kolektif bilinç dışının bir yansıması mı? Neden büyülü gerçeklik?
Kaan Murat Yanık: Büyülü gerçeklik meselesi aslında hem Anadolu’ya, hem de şu anki zamanın akış hızına çok yakışıyor. Evliyalar, efsaneler, menkıbe geleneği, periler, masallar, hurafeler, büyüler vs. bir yanda. Gökdelenler, çılgın bir hızla ilerleyen teknoloji, değişen algılar diğer tarafta.
Postmodernizm kavramının her şeyi farklı bir hale sokması sonrasında artık başka bir kıvama dönüştü büyülü gerçeklik dünyada, kanaatimce. Ama bunun neden doğuya ve doğululara daha çok yakıştığını kabaca örneklersek, misal Paris’in en işlek caddelerinden birinde bir kadının yanına yaklaşıp ona biraz evvel bulutlara yakın uçan sakallı ve kanatlı bir adam gördüğünüzü söyleseniz size deli der.
Avrupa her ne kadar muhteşem bir edebiyata sahipse de, Avrupalı okurlar okudukları olağandışı- masalsı romanlara benzemezler, benzemek istemezler de. Mananın sınırlarında dolaşmanın ılık hazzını ve doğunun gizemini-büyüsünü vesikalamanın derdindedirler. Yani Marquez’i bu kafayla okumaya çalışırlar, inanmadan okurlar, üstünde konuşmak için okurlar.
Oysa Kars’ta yaşayan bir teyzenin yanına varıp biraz evvel uçan sakallı bir adam gördüğümüzü söylesek mutlaka kendisinin de daha evvel buna benzer bir şey gördüğünü söyler bize. Bu çok uzun bir konu ama o teyze Marquez’i okusaydı onu anlayarak, ona inanarak okurdu.
Buradaki doğu-batı ayrımı coğrafyayla alakalı değil. Bence ezilen halkların hepsi, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, doğuludurlar. Marquez de doğuludur, Ngugi wa Thiong’o da. Ben büyülü gerçekliği kendi köklerimle birleştirip ama modern zamanları da ters yüz etmek suretiyle hepsini birbirine karıştırmayı seviyorum.
Ayşegül Aldemir: İki buçuk yıl süren itinalı bir süreç sonrası nihayet Butimar ismen cismen aramızda. Bu süreç nasıl geçti?
Kaan Murat Yanık: Romana başlamaya karar verme safhası her zaman sancılıdır, bir de bilincin girintilerinde sıkışıp kalmış yüzlerce güdüyü, korkuyu, dürtüyü, alt kimlik atıklarını tasniflemek beni zorladı açıkçası.
Tabii Bolşevik Devrimi öncesinde Rus Çarı’nın egemen olduğu bir coğrafyanın psikolojisini resmederken de zorlandım. Moskova, Petersburg ve Astarhan’da kaldım bir süre, bu yüzden.
Ayşegül Aldemir: Romanı okuduğumuzda, var oluşunu tamamlayamamış bir kişiden ziyade ‘yabancılaşma’ sorunu olan bir insan portresi görüyoruz. Sosyoekonomik parametrelerin yabancılaşma üzerindeki etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kaan Murat Yanık: Ben, çağımızda insanların yaşadığı bunalımı, Sartre’ın tabiriyle bulantıları, varoluş çizgisinde değil de yabancılaşma düzleminde irdeliyorum. Varoluş, kişinin çevresel etkilerinden ziyade toplum tarihiyle oluşabilir. İnsan varoluşunu tamamladıktan sonra kendinde yabancılaşmaya başlar. Ben yabancılaşma kavramını psikanaliz boyutunda ele aldım.
Ayşegül Aldemir: Durumu biraz daha karmaşık hale getirecek olursak, varoluş felsefesinin uzantısı olarak yer yer kahramanların trans halinde olduğunu görüyoruz.
Kaan Murat Yanık: İnsan kendisini dille ifade eder. Varlığımızı bilinç ve bilinçdışı olarak ikiye ayırırsak bunu dile bağlayarak bir üçgen oluşturabiliriz. Butimar’daki karakterleri, Lacan’ın simgesel dünyasından koparıp, imgesel düzleme sokmaya çalıştım.
Ayşegül Aldemir: Psikiyatrist karakteri oldukça dikkat çekici.
Kaan Murat Yanık: İnsanın kişiliği, tarihsel birikimin bir ürünü. Bu yüzden psikiyatrist karakteri varoluşundaki eksiklikleri kuşaklar arası aktarım yoluyla doldurmaya ve gidermeye çalışıyor.
Ayşegül Aldemir: Peki ya rüya tasarlama meselesi?
Kaan Murat Yanık: Özellikle ikinci bölümde ilkel psikolojiden daha doğrusu Freudist-Lacanist bakış açısından evvel Antik Yunan felsefesinin insan ruhunu sorgulamayı akıl etmiş filozoflarını veya İslam dünyasının büyük düşünürlerinin fikirlerinin sentezi sonucunda belli başlı varsayımlara ve dahi bir bakış açısına erişen karakterler üzerinden enteresan olduğunu düşündüğüm bir alem kurdum.
Mesela Yusuf karakteri Prozac şurubunun ilkel halini yapıp bunu kullanıyor veya psikanalize benzer akıl yürütmeleriyle uğraşıyor. Kimi taklit ederek yaşadığını ve içgüdülerini sorguluyor. Rüya tasarlama meselesi de, birinci bölümün ana meselesi ve hem ikinci, hem de üçüncü bölümün dişlilerini hareket ettiriyor.
Başka bir zamana ve başka bir yere ait olduğunu düşünen psikiyatrın belleğindeki delik sayesinde oluşan olağan dışı bir şey. Bundan çok fazla bahsetmeyeyim, romanı okuyanların tadını çıkarmaları için.
Ayşegül Aldemir: Gelecekten geçmişe gelen ve elinde bir sırrı taşıyan deli karakteri çok beğenildi. Okuyucuya selam verdiğiniz kısım zannediyorum ki herkesi gülümsetti.
Ayşegül Aldemir: Kitapta en etkilendiğim yerlerden biri doğu-batı eleştirisinin muazzam haklılığıydı. Kitapta, sürekli birbirini suçlayan bir doğu-batı değil, herkesin külahını önüne koyduğu derin bir analiz görüyoruz. Kitabın bir bölümünde şöyle diyorsunuz: “Ama bu cehaletin sebebi, Doğu’nun kitaplarını yakmanızdır.”
Kaan Murat Yanık: Dünya giderek tuhaf ve bir o kadar da iğrenç bir hal almaya başladı. İnsanlar kendini tanımadan ölüyorlar, kötü kitaplar okuyup, kötü filmleri seviyorlar. Modern zaman algısı içinde psikolojik bir okuma yaptığımız vakit her şeyin yerli yerinde görünmesine rağmen, bizden saklanan bir çöküş olduğu gerçeği çıkıyor ortaya. Bunu kim niye saklıyor, bu bambaşka bir mesele. Ama giderek diri maskeli ölülere dönüşüyoruz. Aynı markayı giyen milyonlarca insanın, aynı yarışma programını izledikten sonra aynı boşluğun içinde, aynı şekilde uyumaları.
Mc Donalds’ın menülerinin dünyanın her yerinde aynı içeriğe sahip olması gibi, artık insanların o gizemi de yok oldu. Birilerini keşfetmek istemiyoruz, çünkü ne keşfedecek bir çukur kaldı ortada ne de keşfe çıkacak mecal. Artık bilinçaltlarımız bile aynı renklerden; parti bayraklarından, inşaat firması reklamlarından, x gazetesinin foto galerisindeki sefil görüntülerden müteşekkil.
Murakami bir romanında kapitalizmi eleştirmek için x markasını belli başlı bir karaktere dönüştürüp o karaktere kedi kafaları kestirtmişti, bir başka x markasını ise karanlık sokaklarda kadın pazarlayan bir adam yapmıştı.
Sistem eleştirisini toplumsal gerçekçi çizgide, ideolojiye araç olarak kullanan romanlardan farklı bir şey bu. Sanırım ben de, bu konuda bazen sembollerle, bazen de insani bir duyuşla alenen öfkelenerek yazıyorum.
Ama benim derdim halihazırda hem Türkiye’ye hem de dünyaya hakim olan belli başlı çatışmaları fotoğraflamak, bu çatışmaların temellerinde var olan psikolojiyi kendi süzgecimden geçirip anladıktan sonra biçimini değiştirmeden okura sunmak.
Sistem eleştirisine gelince atanamayan öğretmenlerden tutun da, rantsal dönüşüme, oradan her yanından iltihap akan yeni medeniyet algısına ve dahi popüler kültürün ruhumuzu daralttığı her şeye karşı vermek istediğim savaşı anlattım. Bu savaşın anlatımı evvela kendimle… Bildiklerimle hissettiklerim arasındaki mesafenin giderek kapanması neticesinde oluşan bir baş dönmesi ile beraber sayıklamalarım.
Ayşegül Aldemir: Bazı çevrelerde de size ‘deli’ diyorlar. Tabi Michel Foucault’nun da söylediği üzere toplumun ‘normal’ saydığı şeyler kime göre ve neye göre normal bunu da tartışmak lazım. Velhasıl rahatsızlık veriyor mu tanımlamalar?
Kaan Murat Yanık: Aksine, normal olmadığımı biliyorum, kabulleniyorum bunu. Dünyanın mecburiyetleriyle mücadele etmek için başvurduğum bir yöntemdi bu hal en başta, sonra alışkanlığa dönüştü. Deliliğin tadını bir kere alan bir daha akıllanmak istemez.
Ayşegül Aldemir: Okurlarınız sizi çok seviyor.
Kaan Murat Yanık: Ben de onları seviyorum. Cidden seviyorum. Birileri beni okumasaydı anlatacaklarımı bağırarak sokak sokak dolaşıp zorla dinlettirirdim herhalde.
Röportaj: Ayşegül Aldemir
Yorumlar