Kimler tevazu gösterebilir? Çekinmeden.
Bir insanın tevazu gösterebilmesi için kendisinden, konumundan son derece emin olması gerekir. Ayaklarını ve kendisini mevkisine, makamına, bilgisine, becerisine yahut güzelliğine iyice bir sabitledikten sonra artık bunları bir kenara bırakıp gösterme gereği duymaz hatta bir ileri noktaya götürüp bir şeye sahip olmadığını söyler. Söyleyebilir.
Bu güne kadar bunu savundum, sağlam bir karşı fikirle karşılaşmazsam da savunmaya devam edeceğimi düşünüyorum. Fikrim şu; tevazu lükstür. Güzel bir tutumdur ama ekmek değildir su değildir ekmek yoksa yenecek olan pasta hiç değildir. Tevazu ancak bunları karşıladıktan sonra içilen keyif kahvesidir. Yani karın tokluğu gerektirir.
Henüz tutunmaya çalışan, bir ‘yer’ edinme gayretinde olan birinin gardı her zaman yüksek olmak zorundadır. ‘Tam’ olduğunu hissetmeyen biri, tedirgindir; tevazu yoluyla bile olsa bir şeyin eksik oluşunun konumunu sarsacağından kendinden bir şeyler kaybettireceğinden en iyi ihtimalle kaybettirmediğini düşünsek bile hiçbir şey elde edemeyeceğinden korkar. Az bildiğini çok sunmak, az sahip olduğunu çok göstermek zorunda hisseder kendini. Dolayısıyla tevazu ancak kendinden memnun olanların bir eksiklik duymadan gönül rahatlığıyla edinebilecekleri bir tutumdur. Burada durup bir alçakgönüllülük göstergesinin varoluş şartının ancak içten içe kendini beğenmek olmasının taşıdığı ironiye işaret etmeme gerek var mı? Bence de yok. İnsanların akla gelebilecek her alanda birbirleriyle yarıştırıldığı şu dönemde alçakgönüllülük gibi tevazu gibi güzel meziyetlerin de belli bir gruba hasredilecek şekilde evrilmesi şaşırtıcı mıdır? Cevap, şaşkınlık mı emin değilim ama bir burukluk oluşturuyor.
Derken ben, Meltem Gürle’nin Sütsüz Kahve yazısını okudum o benim tevazu üzerinde düşündüğüm şeyleri tatlı bir hikayeyle ilişkilendirerek farklı bir tema içinde sunmuş. Onun hikayesinde üniversitenin havalı kızına aşık olan arkadaşı her gün kızı izleyip şöyle söylüyor; “Sütsüz içiyor. Bu kızlar böyledir. Sade kahve içerler.” Sonra oturup “bu kızlar”a dair teorisinden bahsediyor. Ona göre; kimi insanlar o kadar tamdılar ki, hiçbir şeyin eksikliği onları etkilemiyordu. Daha baştan tam yaratılmıştı onlar. Doğru yere doğmuşlardı. Bir de hayata bir şeyin eksikliği ile adım atmış olanlar vardı – bu noktada “yani bizim gibi,” diyor- işte onları bütünlemek asla mümkün olmuyordu. Kendilerini ne kadar tamamlamaya çalışırlarsa çalışsınlar, her zaman biraz eksik, biraz güdük kalıyorlardı. Onun için bizim bu kızın “sade kahve”li varoluşuna ulaşmamız olanaksızdı. O kız tanım olarak “tamam” olduğu için, asla bir şeyin yoksunluğunu duymayacaktı. Biz ise ne zaman sade kahve içsek, onun “sütsüz” olduğunu düşünerek kendimizi bu eksiklik üzerinden tanımlayacaktık. Asla gerçek bir “sade kahve insanı” olamayacak, her zaman gizli gizli sütlü kahvenin daha iyi olabileceğini düşünecektik.
Tevazu hikayesiyle sütsüz kahve mevzusunun ne alakası var demeyin. Asla eksikliğini duymadığın bir şeyden vazgeçiş olarak bakıldığında iki durumun da aynı noktada durduğunu görürsünüz. Yani kendimizi eksikliklerimiz üzerinden tanımlıyoruz.
Fakat soru şu; Sütün eksikliğini hiç duymamış birinin, sade kahve içmesinin bir kıymeti olabilir mi?
Yorumlar