Ebru sanatının UNESCO’ya girmesine öncülük eden, ömrünü sanata ve aşka adamış bir Ebru Sanatçısı Suna Koçal. O, sanatın birleştirici ve barışçıl gücünü Yalova’da açığa çıkarmış ve bu küçük şehirden sesini renklerin aracılığı ile dünyaya duyurmuş. Suna Koçal’ın hayatı da, evliliği de aşkla renklendirilmiş bir ebru tablosu gibi. Bu renkleri size tanıtmak ve taşımak için Suna Hanım’la keyifli bir söyleşi yaptık.
Suna Hanım bugünlerde yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendiği Türk Süsleme Sanatları Belgeseli “Aşk Olsun“un çekimleri için koşturuyor. Öte yandan Aralık ayının ilk günlerinde, Bahreyn Kraliyet Üniversitesinde Sanat Akademisi öğrencileriyle buluştu ve Bahreyn Sanat Galerisinde “Minyatür, Tezhip ve Ebru” kişisel sergisinin açılışını yaptı. Heyecanını ve gayretini aşktan alan sanatçı, sorularımızı yanıtlarken bizi bir ebru tablosunun renklerinin içine çekti.
“İlk önce aşk, sonra sabır, sonra yetenek. Yeteneğiniz olur, sabrınız yoktur bırakırsınız. Sabrınız olur, aşkınız yoktur yine bırakırsınız. Onun için herşeyin başı Aşk.”
Suna Koçal
Hümeyra Yabar: Her şeyin başı Aşk, diyorsunuz… O halde, biz de “aşk” ile başlayalım. Nerede arayacağız aşkı? Sanatta mı, yaşamın bütününde mi?
Suna Koçal: Bu dünyaya bakış açısı ile ilgili. Benim için Allah’ın bu alemi yaratış sebebi bilinmeyi istemesinden kaynaklanıyor. Yani bütün yansımalar bu aşktan gelir. İster tabiat ister diğer varlıklar ister insan ilişkileri… Her şey bu aşktan beslenir. Sanata bakışımda buna paraleldir. Ben sanatı, Allah’ın yarattığı güzelliklerin keşfi olarak görüyorum.
Hümeyra Yabar: Almanya’dan Yalova’ya uzanan, sanatla bezenmiş, göz alıcı bir yaşam yolculuğu sizinkisi… Sanatla bağınız ne zaman ortaya çıktı, nasıl gelişti?
Suna Koçal: Türkiye’ye 12 yaşında geldim. Türkçe’yi hiç bilmiyordum, burada öğrendim. Dolayısıyla araştırarak öğrenmeye çalıştım. Dinlemeyi çok iyi öğrendim. Bu alemi soru sorarak keşfetmeye çalıştım. Türk tarihinin içine daldıkça ve derinleştikçe güzellikleri gördüm. İstanbul’daki büyük camileri ziyarete gittiğimizde, Sultanahmet Camiindeki çinileri görüp vuruldum. Mavisine, turkuazına… O zaman “Ben de yapabilir miyim, öğrenebilir miyim…” diye heyecanlandım. Sanata ilgim böyle başladı.
Sonra Yalova’da Fatma Zehra Aktaş hanım ile tanışıp, çini sanatını öğrenmeye başladım. Sonra Gülbün Mesara‘dan tezhip dersi, Hüseyin Kutlu‘dan hat dersi, Nusret Çolpan‘dan minyatür dersi, Meliha Atay‘dan katı dersi, Hikmet Barutçugil‘den dokuz sene ebru dersi aldım. Hocalarımı keşfederek, onlardan dersler aldım. Ne kadar derinleşebilirsem neyi ne kadar öğrenebilirsem benim için o kadar zenginliktir.
Geçen sene Fatih Sultan Mehmet Üniversitesinde minyatür bölümünü kazanmıştım. Fakat Yalova’dan gidip gelmesi zor olacağı kaydımı yaptırmamıştım. Bu sene tekrar sınava girdim. Yalova Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’ne kayıt yaptırdım. Evlendikten sonra hem sanatın derinlikleri hem çocuklarımın sorumluluğu ile üniversiteye gitmeye fırsatım olmamıştı. Kısmet bugüneymiş. Yalova rektörümüz geçen sene üniversitede Ebru hocalığı teklif etmişti. Ben de üniversitede hoca olmadan önce öğrenci olmak için bu adımı attım. İnşallah Allah bitirmeyi nasip eder.
Hümeyra Yabar: Ebru öğrenme yolculuğunun aynı zamanda tasavvufi bir yolculuk olduğunu söylenir. Usta – çırak ilişkisi neden bu kadar önemlidir? Ebru öğrenmek isteyen kişileri ruhsal anlamda nasıl bir yolculuk beklemektedir?
Suna Koçal: Usta-çırak ilişkisi, hayatın her alanında geçerlidir. Çocuklukta başlar. Çocuk annesini örnek alır, ilk ustası annesi olur. Nasıl oturulur, nasıl konuşulur, nasıl kaşık tutar… Sonra öğretmeni ustası olur, sonra arkadaşları…
Yunus Emre’nin;
“Her dem yeniden doğarız
Kim bundan usanır.”
diye bir beyti var. Onun da ifade ettiği gibi, tasavvuf anlayışında sürekli yaratılış söz konusudur. Ebru sanatını da, bunun en belirgin örneği olarak gösterebiliriz. Diğer sanatlarda, yeniden yaradılış, çok gözle görülür değildir. Ebru sanatında bir yaptığınızın aynısını birebir yapmak mümkün değildir. Bu dünyadaki her şey için geçerlidir. Yaradanımız her şeyi tek yaratmıştır. Ebru, tevekkül ve sabrı öğretir. Teknenin başına geçtiğinizde çok beğendiğiniz bir esere bakıp, “Bu çok güzel oldu, bunu ben yaptım. Bir tane daha yapayım.” dediniz, onu tekrar yapma şansınız yok. Çünkü artık, işin içine benlik girmiştir.
Hümeyra Yabar: Ebru sanatının psikolojik anlamda iyileştirici bir etkisi olduğu bilinmektedir. Öğrencileriniz üzerinde bu iyileştirici etkiyi gözlemlediğiniz oldu mu? Yalova Nakkaşhanesi’nin Yalova halkı için bir nevi terapi veya şifa merkezi olduğunu söyleyebilir miyiz?
Suna Koçal: Bunun örneklerini öğrencilerimle çok sık yaşıyorum. Ebrunun terapi etkisini her sene yeniden gözlemliyorum. Selçuklu döneminde zihinsel ve ruhsal bozukluğu olan insanlar için şifahaneler kurulmuş. Avrupa’da, Ortaçağ’da insanlar, ruh sağlığı bozuk kişilerden korktukları için, “İçine şeytan girdi” diye, onları meydanlarda diri diri yakmışlar. Aynı dönemde biz, şifahanelerde bu insanları iyileştirmişiz. Gevher Nesibe’nin yanında 18 gözlü bir şifahane var, bu şifahaneye bir dehliz yapmışlar. Merkezde çaldıkları müzikleri ve su sesini, doğal bir hoparlör görevi gören kanallarla odalara iletmişler. Bir rivayete göre de, ebru sanatımızın da şifa amaçlı kullanıldığı söylenmektedir.
Ebru yaparken, renklerle ve suyla uğraşarak ruhunuzun dinginliği sağlıyorsunuz, kendinizi keşfediyorsunuz. Dertleri dışarıda bırakıp, daha huzurlu ve kendiyle daha barışık ortam bulabiliyorsunuz. O yüzden tam bir terapi sanatı bence ebru. Bir keresinde, bir öğrencimin eşi “Kursu bırakmasın, gelmeye devam etsin, çok sinirli bir hanımdı önceden. Şimdi sinirleri alınmış gibi sakin birine dönüştü. Artık çok daha dingin ve huzurluyuz.” demişti.
Hümeyra Yabar: Teknenin başına geçtiğinizde özellikle hangi renklerle, hangi motifleri çalışmayı seviyorsunuz? Çalışırken dinlemekten keyif aldığınız, renklerle iletişime geçmeniz için size ilham veren sanatçılar var mı?
Suna Koçal: Sınıfımızın kapısı, ders sırasında mutlaka kapalıdır ve alçak sesle konuşuruz. Tasavvuf musikisi dinleriz. Ney başta olmak üzere, apayrı bir huzur verir bu müzikler bize. Cam göbeği, mavi, turkuazın tonlarını çok severim ve çok kullanırım.
Motiflerden de, İstanbul Lalesini henüz çok çalışılmamışken keşfetmiştim. İncecik, zarif bir lale. Osmanlı’da tek bir lalenin fiyatının, boğazdaki bir yalının fiyatına eşit olduğu zamanlar olmuş. Hatta bir lale borsası kurulmuş. Ben işte o laleyi çok zarif bulurum. Aslında lalenin doğalı, bizim İstanbul lalesi dediğimiz, çok zarif küçük bir laledir. Padişahların Avrupa’ya hediye etmesi ile yayılmıştır. Viyana Kuşatmasından sonra Viyanalılar, çadırlarımızla birlikte geride kalan lale soğanını, yediğimiz soğan zannedip arka bahçelerine atmışlar. Sonra bu soğanlar, baharda enfes çiçekler açmış. Bu güzel hikayeleri duydukça, ben laleye vuruldum. İstanbul lalesini ebruda çok fazla incecik çalışan olmamıştı. Ben de, kendimi laleye verdim. İstanbul lalesini çalışmayı çok severim.
Hümeyra Yabar: Ebru sanatına hizmetleriniz öyle büyük ki… Ebru’nun UNESCO‘ya girmesi için Attila Can ile büyük uğraşlar verdiniz, nitekim de başardınız. Ebru sanatı, UNESCO Dünya Somut Olmayan Kültürel Miras Listesine girerek, Türkiye’nin UNESCO’da kabul edilen 12. unsuru ve tek sanat dalı olarak kayda geçti. Emeklerinizin karşılığı olarak ebru sanatına ilgi duyan kişiler nasıl yorumlar aldınız?
Suna Koçal: Şu ana kadar UNESCO’da başka hiçbir sanatımızın kültürel miras listesine girmemiş olmaması, ebru sanatının bu anlamda ilk olması, bunu ilk duyanlarda biraz şaşkınlık yaratıyor. Doğal olarak da takdirle karşılanıyor.
UNESCO, ebru sanatımızın bilinirliğini sağlamak üzere, konferans, sergi ve etkinlik programlarına girmesini sağladı. Geleneksel sanatlarımız, Cumhuriyet öncesi unutulmaya yüz tutmuştu. Son zamanlarda yeniden ivme kazanmaya başladı. Hikmet Barutçugil hocamın “Suyun Rüyası” adlı kitabında; çiçeklerin nasıl yapıldığını, suyun nasıl hazırlandığını ebrunun tüm aşamalarını adım adım göstermesi ile beraber insanlar ebrunun şifresini çözmeye başladı.
15 – 20 sene önce Türkiye’de sayılı ebru hocası varken, günümüzde bu sayı bir hayli arttı. UNESCO sayesinde Türk basını da ebru sanatına daha çok ilgi göstermeye başladı. Şimdiki hedefim el yapımı Türk kağıdını UNESCO’ya sunmak. İbrahim Müteferrika’nın kurduğu kağıt fabrikası, Yalova’da. Eşim o fabrikanın müzeye dönüşmesine vesile oldu. Hedefim el yapımı Türk kağıtlarını dünyaya tanıtmak.
Hümeyra Yabar: Geçtiğimiz haftalarda, Yalova’da düzenlenen ‘4. Dünya Ebru Günü‘nün organizasyon başkanlığını yaptınız. Etkinliğe Türkiye’den ve Dünya’nın farklı ülkelerinden 250’ ye yakın ebru sanatçısı katıldı. Etkinlik ile ilgili yorumlarınızı paylaşır mısınız?
Suna Koçal: Öncelikle bu görevi bana vermiş olmalarından ötürü çok büyük gurur duydum, heyecan duydum, sevinç duydum. Tabii bu ciddi bir sorumluluk, hazırlıklarına bir sene önceden başlamıştık. Öğrencilerim ve sponsorlarımız olan Yalova Valiliği, Yalova Belediyesi, Yalova Ticaret Odasının desteği ile çalışmaları yürüttüm. Öğrencilerim olmasaydı bu işin altından kalkamazdım. Hava şartları dışında alnımızın akıyla programımızı tamamladık. Programın sonunda düzenlediğimiz panele katılan Prof. Dr. Ümit Meriç, Yazar Beşir Ayvazoğlu, Ebru Üstadı Hikmet Barutçugil ve Ebru Üstadı Fuat Başar misafirlerle çok güzel bilgiler paylaştılar. Konumuz, ‘Barış ve Ebru’ idi.
Hümeyra Yabar: Dünya Ebru Günü etkinlikleri kapsamında, dünyada su üzerinde yapılan en büyük ebruyu hazırlayarak, Guinness Rekorlar kitabı için bir deneme yaptınız. Medyada da yankı bulan, 11 metrekarelik Türk Bayrağı ebrusu, hepimizi gururlandırdı. Bu çalışmanın alt metninde tam olarak ne var?
Suna Koçal: Hem dünyada hem de Türkiye’de çok sıcak günlerden geçiyoruz. Barışa ve sevgiye çok ihtiyaç duyduğumuz bir süreçteyiz. Bu sürece ucundan bir katkımızın olması için bu çalışmaya niyetlendik.
İlk amacımız Guinness’e girmek değil; sevgiye, barışa ve hoşgörüye dikkat çekebilmekti. Aynı zamanda ebru sanatımızı tanıtmak istiyorduk. Dünyadaki 10 farklı ülkeden 250 ebru sanatçısı ile suda yapılmış en büyük ilk Türk Bayrağını yaptık. Çalışmamız tekneden çıktıktan sonra, tüm katılımcılarla birlikte İstiklal Marşını okuduk. Türkiye’de çok ses getiren bir çalışma oldu.
Hümeyra Yabar: En başında “Aşk” demiştik ya, aşk ile de vedalaşalım. Yalova Belediye Başkanı eşiniz Yakup Bey’le 30 yıllık bir beraberliğiniz var. Halen cıvıl cıvılsınız, sosyal yaşamın içinde oldukça aktifsiniz. Evliliğiniz de aşkla yapılmış bir ebru tablosu gibi… Bu tablonun sahibi olarak, takipçilerimiz olan genç hanımlara neler söyleyebilirsiniz?
Suna Koçal: Sevgi ve aşk, diğer her şeyden daha önemli. Bu ikisi, hayatın her noktası için çok önemli. Bunu koruyabilmek için de saygı gerekli. Kişinin benliğini bir tarafa bırakıp, karşısındakiyle ortak bir noktaya gelmeyi öğrenmesi gerek. Ancak saygı olunca karşılıklı yürüyüp ortak bir noktaya gelebilirsiniz. Saygı olunca, sevgi ömür boyu sürüyor.
Gençlerimiz için hatta herkes için; mutlaka aşk, illa ki aşk, diyorum.
Röportaj: Hümeyra Yabar
Yorumlar