Adem, yalnız geldi dünyaya. Sonra Havva yalnız doğdu. Bir çocuk plasentada yapayalnız büyüdü. Yaşamın içindeki imtihanlarda, yalnız olmasa da tek başınaydı bir genç. Nihayetinde her insan yapayalnızdı bu dünyayı terk-i diyar eylerken… Yalnız geldik, yalnız mı gideceğiz? Kalabalıklar içinde olmak da yalnızlıktan sayılır mı? Dünyada 7.5 milyar insanla birlikte yaşarken insan nasıl olur da kendini yalnız hisseder? Gelin birlikte bakalım…
Yalnız Olmak mı? Tek Başına Olmak mı?
Dame Edith Evans, ünlü bir tiyatro oyuncusudur. Yaşlılık zamanlarında Londra’da Picadilly Circus civarındaki apartman dairesinde tek başına yaşar. Bir gün kendisiyle röportaj yapmaya gelen gazeteci, “Tek başına yaşamanın kendisi için zor olup olmadığını” sorar. Şu tarihi cevabı verir Evans: “There is a difference between loneliness and aloness. / Tek başına olmak ile yalnızlık birbirinden farklı şeylerdir.”
Türkçe’de yalnızlık ile tek başına olmak aynı anlamda kullanılır. Arada bir nüans farkı olsa da açıkçası biz bu iki kavram arasında bir ayrım yapmıyoruz. Ancak ‘yalnızlık’, ‘yalnız olmak’, ‘tek başına bir şeyler yapmak’ bizim kültürümüzde pekiştirilen ve onaylanan bir durum değil. O nedenle insanlar sürekli olarak birine, bir gruba ait olma ihtiyacını yalnız Avrupa toplumlarına göre daha fazla hissediyor. İnsanlar çoğu zaman toplumda yalnız kalmamak adına, gerçekten seçmedikleri insanlarla bir arada bulunabiliyor ve bu da etrafımızda anlamsız kalabalıklar oluşturmaktan öteye gitmiyor. Andre Gide şöyle söylüyor: “Kendilerini tek başına bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar.”
İnsanlar İçinde İnsanlara Hasret Yaşamak
Kalabalıklar içinde yaşamak da bir nevi afyondur. Beğenilmek, önemsenmek, fark edilmek, sevilmek, onaylanmak, takdir edilmek döngüsü içinde, biraz da kapitalist bir pazar mantığı ile insanlar öylesine yaşar durur. Zamanla kendine yabancılaşır ve başkaları için yaşayan bir ‘meta’ olur. Kendini, tarih çizgisinden yavaş yavaş siler, silindiğinin farkında olmadan hem de.
Batının sert kapitalist ve materyalist anlayışını en çok hissettiğimiz zamanlar. Sosyal medya da bu durumu bir hayli körüklüyor. Allah yerinde dinlendirsin, Rene Descartes’ın o meşhur cümlesini de değiştirdik; artık düşünüyorsan değil, talep ediliyorsan varsın! Başkaları tarafından aranan bir insansan eğer yalnız kalmazsın. Saygınlığın da o ölçüde artar. Bu yaşadığımız dünyanın gerçeğidir. Ama her ne kadar aranan, talep edilen, istenen, İnstagram’da binlerce takipçisi olan bir kişi olsa da modern insan iç dünyasındaki yalnızlıktan yakınır her durumda. Peki nedendir bu yakınma?
Pazarlama anlayışında amaca ulaşmak tatmin etmez, aksine yeni talepler yaratır. Çünkü talep yaratılmazsa sistem çöker. Kendisini vitrine çıkarmak, modern insanın yaşama biçimi ve davranışlarının motivasyon kaynağıdır. Daha çok beğenilmek, daha çok sevilmek uğruna kişi kendine ait olmayan bir maskeyle dolaşır insanların arasında. Sevmeyi unuttuğu kadar, sevilmeyi de unutur. Sevilmeden sevmemekte hırçın bir inat güder.
Kendinden uzaklaştıkça insan, öfke duyar ve öfkesini hatta duygularını anlatmak yerine bilinç dışının derinliklerine itmeyi tercih eder. Öyle bir haldir ki bu, bir zaman sonra kendisiyle arasında dağlar, denizler, ırmaklar ve nehirler olduğunu fark eder. İşte modern zamanda, insan benliğinin, kendisinden aldığı en acı intikamdır bu.
İnsan psikolojisini bilen kimliğimle baktığımda, insanın kalabalıklar içindeki yalnızlığını daha net görmek mümkün oluyor. İnsanlar kendilerinden, başarı uğruna, hırs uğruna çokça uzaklaştılar. Bazen biriyle konuşurken, “Acaba şu an hangi maskesiyle konuşuyorum” diye düşünmeden edemiyorum. Modern insan, kalabalıklar içinde yalnız. Etrafındaki insanlar sadece birer kalabalık, skor, takipçi sayısı o kadar. Sevdiklerine ‘follow’, sevmediklerine direkt ‘unfollow’ yapabilen basit ve insan fıtratından uzak bir halde. Kalabalıklar içinde ama o kalabalıklar onu doyurmaya yetmiyor. Herkesi bir tehdit olarak görüyor. Kalabalıklar içine dokunamıyor çünkü. Hatta kalabalıklar arttıkça, içindeki yalnızlık duygusu daha da büyüyor. Geldiğimiz nokta, şairin de söylediği gibi: “İnsanlar, insanların içinde, insana hasret yaşıyor…”
Maskeli Balo Değil, Gerçek İlişkiler!
O zaman asıl sorun şu: önce etrafınızdaki suni, maskeli balo tadındaki kalabalıklardan kurtulun. Hayatta en önemli şey; size sizi anlatan; sizi siz olduğunuz için kabul eden, yanında maske takmadan rahatlıkla kendiniz olabileceğiniz insanları bulmaktır. Hayatta sizi değiştirmeye çalışan insanlar, özgüveni olmayan insanlardır. Oysaki, sizi kendi varlığınızla kabul eden ve seven insanlar büyütebilir sadece. İlişkilerdeki tekamül yani olgunlaşma böyle gerçekleşir. Yarışmadan, rekabet etmeden, iktidar mücadelesine girmeden sadece fıtrat üzere olmak, insanların benliğine saldırmamak ve aksine o benliği sarıp sarmalamak, işte en çok ihtiyacımız olan bu.
Bırakın hayat bir maskeli balo olmasın. Çünkü maskelerin ardındaki yüzleri asla tahmin edemezsiniz. Kendinize güveniyorsanız zaten maskeye de ihtiyacınız yok anlamına gelir. Maskeli balo yerine gerçek ilişkiler kurmak da aslında çok kolay. İnsanların arkasından dedikodu yapmayın. İnsanlara saydam olun. Dürüst olun. Yalan söylemeyin. Etrafınızdaki kalabalıkları anlamsız skorlar olarak değil, anlamlı kişiler haline getirmeye çalışın. En önemlisi kendiniz olun. Ne zaman kendiniz olursanız işte o vakit o kalabalıklar bir anlam kazanır. Çünkü insan ruhu, kapitalizm mantığıyla işlemez. Çünkü insan ruhu, satılabilen bir meta değildir.
Yalnızlık Ömür Boyu
İster hayatta tek başınıza olun ister kalabalık bir ailenin üyesi olun fark etmez. İnsan her zaman yalnızdır. Buradaki yalnızlıktan kastım, kendi içimize döndüğümüz anlardaki olumlu ve bizi geliştiren bir yalnızlık. İnsan bazen bunu da yaşamalıdır. Zaman zaman sadece kendi iç dünyanıza seyahat etmek, benliğinizin bedeninizle bütünleşmesini sağlar. İç dünyasına ulaşabilen, uzanabilen insan kendine yabancılaşmaz. Bir paradokstur ama kendi içsel yalnızlığına ulaşabilen bir insan, asla yalnız kalmaz. Kalabalıklardan kaçıp, kendinizle konuşabildiğiniz, otokritik yapabildiğiniz zamanlar çok değerlidir. Bu zamanların tadını çıkarın.
Kendinize ulaşmak için, mutlulukların olduğu kadar, acıların da keyfini sürebilmelisiniz. Çünkü acı, en az mutluluk kadar hayatın içinde bir kavram. Mutluluktan nasıl kaçamıyorsak acıdan da kaçmak mümkün değil. Artık Batının, “Her zaman mutlu olmalısın”, “Mükemmel olursan mutlu olursun” empozelerinden de kurtulmamız gerekir. Çağdaş psikiyatride mutsuzluk, hayatla ilgili bir uyumsuzluğa veya anormalliğe delalettir. Anadolu’da ise biz bu duruma ‘gönül yorgunluğu’ deriz. Gönül yorgunluğunu ise asla bir hastalık olarak kabul etmeyiz. Çağdaş psikolojik baskı, modern insanı her zaman acıdan çılgın gibi kaçan, o yüzden kalabalıklar içinde yapayalnız ve maskesiyle dolaşan bir insan haline bürümüştür. Mutsuz olmak neredeyse utanılacak bir şeydir. Dikkat edin bütün filmler mutlu sonla biter. Bütün hikayeler zaferle sonuçlanır. Halbuki hayat böyle değil. Her hikaye mutlu bitmez. Her gün aynı olmaz.
Şiir Gibidir Hayat
Çok sevdiğim bir şiirin iki mısrasında şöyle der: “Ben kendi yalnızlığımda hep kalabalıklaşacağım, sen kendi kalabalığında hep yalnız kalacaksın.” Bazı insanlar böyledir. Hayatta hep garanticidir, menfaatleri herkesten önce gelir ve yalnızlıktan, acı çekmekten çılgınlar gibi korkarlar. Bunlara gerek yok. Doğal olun. Hayatın içindeki öfke, mutluluk, acı, keder, merhamet, sevgi, yalnızlık, umut gibi duygulardan kendinizi mahrum etmeyin. Acıdan kaçmak, hayattan kaçmaktır. Hayattaki her duygu sizi olgunlaştırır. Her duygunun bir anlamı vardır. Anlamlı olan duyguların kabulü kolaydır ve hayata olan inancımızı arttırır. İnanmak ise hayatla aramızdaki en temel bağdır. Sadece mutlu olmaya çalışmak, hep arzulanan bir insan olmak, yüzünüze taktığınız maskelerin sayısını arttırır o kadar. Sadece mutlu olmaya çalışmak, etrafınızdaki kalabalıkları ve içinizdeki boşluğu arttırır o kadar. Hayatı uzaktan seyretmeyin, hayatın içine katılın, hatta dalın. Sevdiğiniz insanlarla, sevdiğiniz şeyleri yapın. Bırakın hayat bildiği gibi gelsin.
Sırf kendinizden kaçmak adına, kalabalıkları kendinize afyon edinmeyin. Bizler makine değiliz ve hayatı mekanik yaşamayız. Mekanik bir dünya; ruhsuz, duygusuz ve kendine yabancıdır. Gerçek mutluluklar, gerçek sevgiler, gerçek insanlar edinin. Zaten gerisi gelecektir.
Yorumlar