Efendim; geçtiğimiz günlerde “kadına şiddet” ana gündem konusuydu. Lâkin sadece medyadaki haberler tâkip edildiğinde bile toplumdaki bu yaranın gündemden hiç düşmediği açıkça görülüyor. Bu konu ile ilgili olarak; «İslâm’ın kadına bakış açısı ve kadınlara nasıl davranılması gerektiği hususundaki emirleri» hakkında bizleri aydınlatır mısınız?
Cenâb-ı Hak, her varlığı belirli bir maksad için yaratmış ve onlara yaratılış gâyelerini gerçekleştirmeye müsâit birer fizikî ve rûhî yapı lûtfetmiştir. Erkek, hayat mücâdelesi ve evin geçimi ile mükellef kılınmışken; kadın ise, neslin korunması ve hayırlı evlâtların yetiştirilmesi gibi ulvî bir vazifeyle mes’ûl tutulmuştur.
Bu yüce hizmeti dolayısıyla dînimizde kadın; şefkat, merhamet ve hürmet gösterilmesi ve nezâketle davranılması gereken asîl ve nezîh bir varlıktır.
Nitekim Efendimiz r’in:
“Cennet (sâliha) annelerin ayakları altındadır!” beyânı, İslâm’ın kadına bakış açısını sergileyen dikkat çekici pek çok misâlden sadece bir tanesidir.
Öncelikle İslâm, kadını yalnız biyolojik bir varlık olarak görmez. Nitekim onun mânevî yapısında, büyük bir sabır, tahammül, şefkat ve merhamet gerektiren “terbiye etme” özelliği vardır. Bu sebeple bir anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü ilk sınıftır. “اَلْاُمُّ مَدْرَسَةٌ / Anne bir mekteptir.” atasözü de bu hakikatin bir ifâdesidir. Zira annenin ağzından çıkan her bir kelime, çocuğun şahsiyetine konulan bir tuğla mesâbesindedir.
Bu sebeple İslâm, toplumun çekirdeğini oluşturan âiledeki müstesnâ rolünden dolayı kadını, cemiyetin billur bir avizesi gibi görür. Zira o, nikâhın feyz ve nûru ile toplumu aydınlatır. Nesli ve nâmusu korur. Evi düzenler. Malı muhâfaza eder. Âileyi rûhânî neş’elerle doldurur. Günah girdapları ve ahlâksızlık erozyonlarına karşı âilenin koruyucu zırhı -tâbir yerindeyse- bir paratoneri gibidir. Kendisini âilesine hasreden fedâkâr bir kadın; engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır.
Milletler, ancak sâlih erkekler ve sâliha hanımlarla ihyâ olur, faziletli bir toplum hâline gelir; onlardan mahrûmiyeti nisbetinde de rezâlet çukurlarına yuvarlanarak insanlık haysiyetine vedâ ederler.
Nitekim İslâm öncesi, zulüm, ahlâksızlık ve cehâletin zirve yaptığı dönem olan câhiliye devrinde kadınlar, dâimâ hanımlık haysiyetini rencide edici bir muâmeleye tâbî tutulmuşken, İslâm ile kadın, toplumda iffet ve fazîlet timsâli görülmüş, evin baş tâcı kabul edilmiştir.
Şu hiç unutulmamalıdır ki, kadınların mânevî terbiyesinin ihmâl edildiği toplumlarda insanlık baharı açılmaz. Kadın, gerçek değerini kaybederek sokağa düşer. Bu ise, bir pırlantanın çöp tenekesine atılması gibi talihsiz bir hâdisedir. Kadının sokağa düşmesi, âile ocağını kurutur, toplumu bir mezbelelik hâline getirir; hayat yollarını huzur ve saâdet yerine cam kırıkları ile doldurur.
Nâzik bir gönül dünyasına ve zarif bir yaratılışa sahip olan kadına nasıl davranılması gerektiği, âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:
“…Kadınlarla iyi geçinin (onlara güzel davranın)!..” (en-Nisâ, 19)
Merhamet ummânı Efendimiz r’de bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Sizin hayırlı olanınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.” (Tirmizî, Radâ’, 11)
Dolayısıyla, bilhassa günümüzde kadınlara yönelik gerçekleştirilen hak ihlâlleri ve şiddet, İslâm ahlâkını rûhen hazmetmemiş zorbaların vicdan yoksulluğudur. Ayrıca ruhsuz materyalist eğitimin kültürümüze yerleştirmeye çalıştığı, kadınlarla erkekler arasındaki sun’î ve haksız bir eşitlik yarışı da, aslında kadının, hanımlık ve annelik meziyetlerini zaafa uğratmakta ve onu farkında olmadan tüketmektedir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliye devrinin ka¬dını arasında sırf bir gardrop ayrılığı, yani giyim-kuşam farkı kalmıştır. Allâh’ın yüksek husûsiyetlerle donatıp eşlerine emânet ettiği kadının şahs-ı mânevîsine revâ görülen bu zulümler; gönüllerdeki Allah korkusunun, îman muhabbetinin ve ahlâkî meziyetlerin zaafa uğramasının açık bir göstergesidir.
Peygamber Efendimiz’in nezih hayatı, -değil kadına- bütün mahlûkâta karşı yapılan haksızlık ve terörlerle mücâdele içinde geçmiştir.
Burada şu hakikati de ifâde etmek gerekir ki;
İslâm’ın dışında, kadına değer verdiğini iddiâ eden bütün sistemler, ona sadece bir vitrin malzemesi olarak kıymet vermekte, arka plânda ise kadını ancak ekonomik ve nefsânî bir metâ olarak kullanıp ezmekte ve tüketmektedir.
Hâlbuki kadını sadece bir zevk vâsıtası görmek, onu nefsânî arzu ve heveslerin metâı olarak telâkkî etmek ve onun sadece cismânî özelliğiyle alâkadar olmak; büyük bir sefâlettir. Allâh’ın kadına verdiği yüksek husûsiyetlere karşı körlük ve kadının mânevî şahsiyetine karşı büyük bir nankörlüktür.
Zira sâliha kadın, aslında toplumun gerçek mimarıdır. Nitekim;
“Bir erkeği terbiye edin; bir insanı yetiştirmiş olursunuz. Bir kadını terbiye edin; bir âileyi, hattâ toplumun büyük bir bölümünü yetiştirmiş olursunuz.” sözü, bu hakîkatin bâriz bir ifâdesidir.
Tarihe bakıldığında, yüksek karakterli kişilerin arkalarında, dâimâ sâliha bir anne veya sâliha bir hanım görmek mümkündür.
Meselâ Hazret-i Peygamber (sav) Efendimiz’in tebliğ vazifesinde kendisine ilk ve en büyük destek, Hazret-i Hatice Vâlidemiz olmuş ve Efendimiz r onu ömür boyu unutamamıştır. Nebevî hayatı boyunca birçok çile çemberinden geçmiş olmasına rağmen, Hatice Vâlidemiz’in vefât ettiği seneye «hüzün senesi» denmiş olması, Hatice Vâlidemizʼin, Peygamber Efendimiz’in (sav) gönlündeki yerini göstermek için kâfî bir misaldir.
Kezâ Hazret-i Ali’nin muvaffakıyetlerinde de Hazret-i Fâtıma annemizin rolü büyüktür.
Daha yakın bir zamana gelecek olursak, kınalı saçlarıyla Çanakkele’de kahramanlık destanı yazan ve kendisine şehâdet şerbetini yudumlamak sırası ne zaman gelecek diye heyecan içinde bekleyen yiğit Mehmetçikler de sâliha annelerin terbiyesinde yetişmiş güzîde nesillerdir.
Bu sebeple kadının “sâliha kadın” vasfında yetişmesine engel olmak için yapılan her hareket ve muâmele, aslında toplumun temelini dinamitlemekten başka bir şey değildir. Bu itibarla İslâm nazarında toplumu ihyâ eden sâliha kadını yetiştirmek, çok büyük bir ideal olmuştur.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lûtuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912; Ahmed, III, 97)
Bir başka hadîs-i şerîfte de Rasûlullah:
“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben, şöyle yan yana bulunacağız.” buyurmuş ve parmaklarını bitiştirmiştir. (Müslim, Birr, 149; Tirmizî, Birr, 13/1914)
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatında, kadınlara dâir şiddet ve baskı ihtivâ eden bir söz olmadığı gibi, buna işaret eden bir uygulama da mevcut değildir. Bilâkis Hazret-i Peygamber’in (sav) kadınla alâkalı bütün söz ve uygulamalarında tam bir nezâket, zarâfet, incelik, müsâmaha, fedâkârlık, vefâ ve kadirşinaslık tavrı hâkimdir. Nitekim şu hâdiseler, bunun bâriz bir misâlidir:
Bir seyahatte Enceşe adlı bir köle, söylediği nağmelerle develeri hızlandırmıştı. Hazret-i Peygamber’de (sav), hızlanan develer üstündeki hanımların nahif vücutlarının incinebileceği endişesiyle, zarif bir teşbihte bulunarak:
“–Yâ Enceşe! Dikkat et, camlar kırılmasın!” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 95; Ahmed, III, 117)
Hazret-i Peygamber, sütannesi Halîme Hâtun’u her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa’d, I, 113, 114)
Bu misâller bile, -bırakınız kadına karşı şiddeti-, Hazret-i Peygamber r’in herkese karşı sergilediği yumuşak ve hoşgörülü tavrın, kadınlar karşısında ne kadar müstesnâ bir nezâket ve inceliğe dönüştüğünün apaçık bir göstergesidir.
Yine Efendimiz hanımlar husûsunda sahâbîlerine nasihat eder ve onlara karşı muhabbeti zedeleyecek davranışlardan uzak durmalarını öğütlerdi. Nitekim muhtelif zamanlarda şöyle buyurmuşlardır:
“Kadınları dövmeyiniz!.. Kadınlarını döven kimseler, sizin hayırlınız değildir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 51)
“Bir kimse karısına kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)
Bir sahâbî:
“–Yâ Rasûlâllah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir?” diye sorduğunda, Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“–Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, (yaptıkları hatâlar karşısında onların haysiyetini rencide etmemek için) yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin (sîmâ ve edep bakımından) çirkin olduğunu söylememek…” (Ebû Dâvûd, Radâ, 41; İbn-i Mâce, Nikâh, 3)
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh’ım! İki zayıf kimsenin, yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.” (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, ‘İşretü’n-nisâ, 64, [V, 363])
Allah Rasûlü r’in bu ifâdelerinde ne büyük bir nezâket, zarâfet ve hassâsiyet görülmektedir. Kadınlara İslâm’ın lûtfettiği hakları ve insânî değeri verebilen başka bir sistem mevcut değildir.
Pakistanın mânevî mimârı Muhammed İkbâl, müslüman kadına şöyle seslenir:
“Ey örtüsü, namusumuzun perdesi olan Müslüman kadını! Senin yüzündeki nur, îman kandilimizin sermayesidir…
Bu asır ikiyüzlüdür, hilekârdır; dışı süslüdür ancak, içi kokuşmuştur. Bu asrın haramîleri din yolundaki kervanların yolunu keser.
Bu asrın tuzağına düşen kişi, kendisini hür sanır. Asrın elinden zehir içmiştir de hâlâ kendini diri zanneder.
Toplum fidanının âb-ı hayatı sensin. Ümmetin emanetini koruyan muhafız sensin.
Fıtratındaki ulvî hasletleri aklınla keşfet. Hazret-i Fâtıma, senin için bir numûnedir; ondan gözünü ve gönlünü ayırma.
Tâ ki, senin dalın da bir Hüseyin meyvesi versin; gülistan, eski mevsimi getirsin.”
Cenâb-ı Hak, gönüllerimize İslâmʼın nezâket, zarâfet ve letâfetinden hisseler ihsân eylesin…
Âmîn…
Yazı: Osman Nuri Topbaş
Kaynak: www.osmannuritopbas.com
Yorumlar