Mihir Hem Maddi Hem Manevi Teminattır
Mihir, bir hanımla evlenmek isteyen erkeğin, o kadının şahsına, kadının isteği ve kendisinin imkânları nisbetinde ödediği bir nevî “evlilik teminâtı veya ikrâmiyesi”dir. Kadın, bu mihirle boşanma veya ölüm gibi durumlarda belli bir müddet de olsa kendi ihtiyaçlarını karşılayacaktır.
Yaratılış hikmetlerine binâen hanımlara, nikâh rûhâniyeti altında meşrû bir âilenin temelleri atılırken Cenâb-ı Hak tarafından özel bir ikrâm olarak mihir hakkı lutfedilmiştir.
Mihir, başlık parası değildir. Çünkü başlık parası, kadının baba veya velîsine ödenirken, mihir, kadının bizzat kendisine ödenmektedir. Zaten İslâm’da başlık parası diye bir şey de yoktur!
Mihir, maddî ve dünyevî bir teminattır. Lâkin bütün insanlığın asıl ve en büyük ihtiyacı, âhirette fayda verecek mânevî teminatlaradır. Maddî imkânın verilmesindeki gâye de, kadının mânevî hayatını korumak, yâni iffet vasfını ve hanımlık haysiyetini muhâfaza etmek içindir. Bu bakımdan Efendimiz (sav) nikâhta imkânı olanların hem maddî, hem de mânevî mihirler ile kadınların haklarını teslîm etmelerini tavsiye etmişlerdir. Fakat maddî imkânsızlık durumunda, hâlet-i rûhiyesi müsâit olan takvâ ehli hanımlara da, dünyevî bir metâdan ziyâde, uhrevî bir kazanç olacak bir mihre râzı olmalarını telkîn etmişlerdir.
Nitekim Peygamber Efendimizin zamanında bir hanım sahâbî de, önce hiçbir dünyevî karşılık beklemeksizin kendisini Allah Rasûlü’ne hibe etmeyi düşünmüş, ardından da O’nun işaretiyle yine hiçbir maddî talepte bulunmaksızın Kur’ân öğrenmeyi mihir olarak kabul ederek hiç bir şeyi olmayan bir sahabiyle evlenmiştir.
Cenâb-ı Hak, Rasûlullâh (sav)’e mahsus olmak üzere, kendisini Peygamber’e hibe eden kadınlarla evlenmesine izin vermiştir. Bu mevzûdaki âyet-i kerîme şöyledir:
“Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allâh’ın Sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan câriyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin Sen’inle beraber göç eden kızlarını Sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini Peygamber’e hibe eden (bağışlayan)mü’min kadını, diğer mü’minlere değil, sırf Sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık)…”
(el-Ahzâb, 50)
Maddî yönden sıkıntıda olan birisi ile evlenmek, bir hanım için, hele günümüz şartlarında “akıl ve mantık dışı” gelebilir. Çünkü günümüzde herkes, kendi dünyasını garantiye almak peşindedir. Evi, arabası, iyi gelir getiren bir işi olmayan bir erkek, ne kadar sâlih bir kimse olursa olsun, müracaat ettiği pek çok kapıdan geri çevrilebilmektedir. Hâlbuki Peygamber Efendimiz:
“Dîninden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz birisi size geldiğinde ona kızınızı nikâhlayınız. Şâyet böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve fesat çıkar.”
buyurmuştur.
Bunun üzerine ashâb-ı kirâmın:
“–Yâ Rasûlallâh, şâyet onda fakirlik ve soy düşüklüğü (kimsesizlik, gariplik veya mâruf bir sülâleden olmama durumu) varsa?” şeklindeki sorularına da yine:
“–Dîninden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz birisi size geldiğinde ona kızınızı nikâhlayınız. Şâyet böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve fesat çıkar.”
buyurmuş ve bu sözü üç defa tekrar etmiştir.[1]
Yâni evlilikte aranacak ilk şart, dindarlıktır. Nitekim Allah Rasûlü (sav)’de kızı Hazret-i Fâtıma’yı Hazret-i Ali’ye nikâhlarken dindarlık ve güzel ahlâkın, maddî imkânlardan daha önemli olduğunu bizzat yaşayarak göstermişlerdir.
Diğer taraftan bütün hanımların, en önemli haklarından birisi olan mihirden vazgeçmelerini beklemek de doğru değildir.
Hazret-i Ömer devrinde yaşanmış şu hâdise, meseleye farklı bir açıdan da bakmayı îcâb ettirmektedir:
Hazret-i Ömer’in halifelik yıllarında hanımların yüksek miktarlarda mihir talep etmeye başlaması sebebiyle birçok insan evlenemez hâle gelmişti. Bu husustaki şikâyetler üzerine, Halîfe Hazret-i Ömer, kânunî bir düzenleme yapma ihtiyacı hissederek Rasûlullâh’ın minberine çıktı ve:
“–Görüyorum ki kadınlar, çok yüksek mihirler istiyorlar. Bu da evlenmeyi zorlaştırıyor. Ben, mihrin 400 dirhemden fazla olmasını uygun bulmuyorum!..”
dedi.
Hazret-i Ömer daha sözünü tamamlamamıştı ki, dinleyen cemaat arasından Kureyşli bir hanım itiraz ederek:
“–Ey halîfe! Senin buna hakkın yoktur! Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde mihir için herhangi bir üst sınır tâyin etmemiştir. O hâlde sen, nasıl olur da kadınların mihirlerini 400 dirhemle sınırlandırabilirsin?” dedi ve ilgili şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahî ondan hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız?”
(en-Nisâ, 20)
Kadının bu haklı îtirâzı ve âyet-i kerîmeden getirdiği delil, Hazret-i Ömer’i yaptığı hatadan geri döndürmeye yetti. Tekrar minberden şu târihî hitapta bulundu:
“–Allâh’ım, beni bağışla! Bütün insanlar, Ömer’den daha âlim!.. Ey insanlar! Ben size 400 dirhemin üzerindeki mihri yasaklamıştım. Artık dileyen dilediği kadar mihir vermekte serbesttir.”
(İbn-i Hacer, Metâlib, II, 4, 5)
Bu kıssada Hazret-i Ömer (ra)’ın ilâhî sınırlar karşısındaki gösterdiği hassâsiyet de takdîre şâyandır. O, kalabalık bir cemaat önünde yaptığı yanlışı düzeltmeyi, bir gurur meselesi hâline getirmemiş ve Allah Teâlâ’nın hükmüne bütün kalbiyle boyun eğmiştir.
Velhâsıl, mihir için maddî olarak alt sınır bulunmadığı gibi, üst sınır da yoktur. Dileyen hanım, dilediği kadar mihir talep edebilir. Dileyen de sadece uhrevî bir kazancı, mihir olarak talep edebilir.
Yine takdîre şâyandır ki, günümüzde de birçok kıymetli kızımız, nikâhlarında dünyevî miktara ehemmiyet vermeyerek az bir dünyalığa ilâveten, ekseriyetle hac ve umre masraflarını mihir olarak teklif etmektedirler. Böylece kendilerine tanınan bu hakkı, mânevî bir kazanca dönüştürme firâsetini göstermektedirler.
Yorumlar