“Sosyal medya ve psikolojik şiddet” konusu son zamanlarda oldukça tartışılır oldu. Bu sebeple bu hafta sosyal medyaya dair bir analiz paylaşmak üzere bu konu hakkında değerli bilim insanı Prof. Dr. Haluk Savaş ile bir röportaj gerçekleştirdim.
İnanıyorum ki bu röportaj bizlere ışık tutacak…
Ayşegül Aldemir: Hoşgeldiniz Haluk Hocam. Sosyal medya artık hayatımızın bir parçası haline geldi. Sosyal medyada yaşananlar ve insanların birbirlerine olan tavırları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Sosyal medyada insanlar gündelik rollerinden sıyrılarak daha farklı roller üstlenebiliyorlar. Belki de sosyal medya bunun için ilgi görüyor. Toplum içinde herkesin rolleri var; evde eş, okulda baba, hastanede öğretim görevlisi, danışman gibi fakat burada daha geniş bir grupta insanlara açılmış oluyorsunuz. Örneğin Twitter’da kimileri okul arkadaşınız, kimileri hiç tanımadığınız insanlar sizin takipçiniz olabiliyor ve her biriyle farklı bir iletişim biçimi geliştiriyorsunuz. Bu aslında kimliğin ve rollerin genişlemesi anlamına da geliyor. Bunu “mecazi olarak” adeta bir nevi çoğul kişilik vakası olarak da yorumlamak mümkün!
Ayşegül Aldemir: Peki sosyal medya bir tür “bağımlılık” olarak değerlendirilebilir mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Sosyal medya veya bu tür ortamların alkol benzeri bir etki yarattığını söyleyebilirim. Twitter ya da sosyal medya üzerinde, bağımlılık tarzında bir ilişki geliştiriyorsanız ki öyle oluyor, bu zaten dopamin sistemi üzerinden hareket ettiği için evet, bu açıdan bağımlılığa benziyor. Nasıl ki farenin gidip pedala dokunduğunda peyniri alma ödülü var, sosyal medya ile olan ilişkide de böyle bir pekiştireç ve ödül mekanizması söz konusu. Örneğin Twitter’da üç tane ödül mekanizması var; yazdığınız bir tweete cevap alma, retweet alma, favorilere ekleme. Bazen de cezalandırma var. Fakat cezalandırmak daha zor. Bir kişiyi cezalandırmanın yolu, ona olumsuz yorum/mention yapmak. Dolayısıyla Twitter gibi sosyal medya alanları insanlara ödüllendirici bir ortam sağlıyor. Ödüller daha önplanda, kınama ise daha zahmet gerektiriyor. Sonuçta bu dopaminerjik bir sistem. Retweet almak , favorilere eklenmek , takipçi sayınızın artması insana haz veriyor. Böyle bakıldığında, insanların burayı tercih etme sebepleri anlaşılır!
Ayşegül Aldemir: Sosyal medyada kurulan ilişkilerin, yüz yüze ilişkilere göre insanlara daha avantajlı geldiği söylenebilir mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Sosyal medyada kurulan ilişkiler, gündelik gerçek kimliklere ve ilişkilere göre daha az masraflı ve maliyeti çok daha düşük. Mesela bir yakınınızın cenazesiyle ilgilenmeniz gerekebilir, hastayla ilgilenmeniz gerekebilir. Ama sosyal medyada bu daha kolay, bir başın sağ olsun, geçmiş olsun demek yeterlidir. Bu bir ödüllendirme mekanizması sonuçta. Sosyal medya, daha steril yaşayan insanlar için daha avantajlı bile olabilir. Az sayıda insanla görüşen insanlar için bir imkan olabilir. Özellikle, Kanada gibi memleketlerde, 300-500 kilometre ötede bir kasaba ya da şehrin olduğu yerlerde, bir anda tüm dünyaya açılma gibi bir imkan sağlıyor.
Ayşegül Aldemir: Şiddet konusunda ne düşünüyorsunuz? Fiziksel şiddet kadar günümüzde çok sıklıkla rastlanan bir de psikolojik şiddet var. Sosyal medyada insanların birbirlerine hakaret etmesi, küfür etmesi psikolojik şiddetin sınırları içerisinde değerlendirilebilir mi? Bu durum şiddet tanımına uyan bir şey mi, siz ne düşünüyorsunuz?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Şiddetin teknik tanımının ötesinde, sosyal medyada böyle bir şiddet var, hepimizin zaman zaman uyguladığı. Sonuçta insanlar hoşlanmadıkları bir şeye aşağılayıcı bir dille yanıt veriyorlar. Ben de yaklaşık bir buçuk yıldır twitter kullanıyorum. Pek çok şey dikkatimi çekti . Ancak özellikle kadın Twitter kullanıcıların, çok açık bir şekilde küfür kelimeleri kullanmaları ya da küfür kısaltmaları kullanmaları benim için çok şaşırtıcı oldu. Böyle durumlara sosyal medyada rastlayınca şaşırdım, utandım, sıkıldım. Tabi bu bir sürpriz değil ancak insanı “niye böyle oluyor” diye düşündüren bir konu. Hatta benim yazdığım bir tweete, bir bayan twitter kullanıcısı, bir kitaptan gönderme yapmış. Açtım baktım, kitap tamamen argo üzerine kurulu bir kitap. Şaşırdım, sonuçta bir kadın niye bundan bahseder, niye argoya başvurur. Cevap vermeden önce o kişinin profiline ve yazdıklarına baktım. Muhatabım kim tanımak istedim. Çünkü cevap vermenin böyle de bir sorumluluğu var. Ve bu durumu çocuksu buldum. Çocukların küfürlü ya da argo kelimeleri ilk öğrendiklerinde ve kullandıklarındaki sevince benzettim bu durumu. Oldukça tuhaf bir durum. Niye böyle ? Psikanalitik bir duruşu benimsemesem de bu biraz psikanalitik boyutu çağrıştırıyor. Bu bir çocuksuluk…
Ayşegül Aldemir: Ya da bitmeyen bir ergenlik olabilir mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Kesinlikle.
Ayşegül Aldemir: Argo kullanımı konusunda erkeklerin rahat olduğunu biliyoruz. Belki de bu, toplum tarafından da pekiştirilen bir durum. Fakat kadınlardaki argo kullanımına pek alışık değiliz. Kişisel kanaatimdir; bir kişinin kendisini ifade ederken argoya başvurmasını kadın ya da erkek değil, genel olarak “insan”a yakıştıramıyorum. Ancak son zamanlarda, özellikle bayanlarda giderek artan bir argo kullanımı var. Twitter, Facebook, Instagram gibi sosyal alanlarda kişilerin paylaşımda bulunduğu fotoğrafların, videoların altındaki yorumları okuduğunuzda, bayanların erkekleri aratmayacak düzeyde bir argo dağarcığına sahip olduklarını görüyoruz ve yapılan eleştiriler ise tamamen yıkıcı boyutta. Özellikle bayanlardaki bu durum bir kırılmayı mı işaret ediyor. Kadınlar, iş hayatına girerek erkeklerin dünyasında zaten var olmaya başladılar. Peki, kadınlarda görülen bu erkeksilik, kadının doğasındaki bir değişme ya da dönüşmeyi ifade ediyor olabilir mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Instagrama girmiyorum, oğlum dolayısıyla biliyorum. Buradaki değerlendirmeler saptamalarımdır aslında. Siz doğru bir şeye işaret ettiniz. Evet, kadınlar erkeklerin dünyasında var ve bu bir bayrak yarışına da dönüşebiliyor zaman zaman. Biz de buradayız, güçlüyüz gibi. Erkeklik kendi başına bir güç ve bağımsızlık simgesi gibi gözüküyor. Kadın, genel dünyada artık evden çıktı. Bence bu ortaya çıkan erkeksilik, kadınların sahasının genişlemesinin ve bir “bayrak dikme yarışının” sonucu olarak görülebilir. Tabi bu bir yorum. Genel anlamda ise hakikaten bir ergenleşme var. Kadın, erkek herkes için ağır küfür kullanmak, argo kullanma her şeyden önce kişinin söz dağarcığı ile ilgili bir sorun. Durumu tarif etmede bir sıkıntı var. Binlerce kelime varken, insanlar küfür yazmayı tercih ediyor.
Ayşegül Aldemir: Kişilerin argo kullanımı bir çaresizlik mi, eksiklik mi ?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Söz dağarcığında bir problem olduğu açıkça söylenebilir. Demek ki bu kişiler iyi bir kelime hazinesine sahip değiller. İnsanların çabuk öfkelenip, argoya başvurmasının sebebi de bu. Gündelik yaşamda da argoya başvuranlar, sözel bir çaresizlik içinde. Birincisi bu, “sözel çaresizlik”. İkincisi “zeka yetmezliği” olabilir. Biliyoruz ki mizah üst düzey bir savunma düzeneği. Savunma düzenekleri bildiğiniz üzere üçe ayrılıyor; ilkel, orta düzey ve gelişmiş olanlar. Mizah çok açık bir şekilde üst düzey bir savunma mekanizması. Mizah yapamayanlar, “inkar” ya da “bölme” gibi mekanizmalarını kullanma eğilimindeler ki daha çok “bölme” sıklıkla görülüyor. Bölme, yansıtmalı özdeşim gibi ilkel savunma düzeneklerinden. Küfür, elbette ki ilkel bir başetme şekli. Şiddet içerir mi, elbette şiddet içerir.
Ayşegül Aldemir: Sizce sosyal medyada görülen bu psikolojik şiddet ve argo kullanımının eğitim düzeyi ile ilişkisi nedir?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Doğrudan bir gözlemim olmadı . Hastalarım vasıtasıyla bazen değerlendiriyorum. Örneğin; ortaöğretim lise düzeyinde, eğitim açısından çok parlak olmayan öğrencilerin sosyal medyada küfre çok daha fazla başvurduğunu görüyoruz. Kanaatimce, eğitimli kişilerin argoya ve psikolojik şiddete başvurmasının oranı daha az, yani eğitimli kesim daha az müracaat ediyor. Neden sorusunun cevabı da çok basit: “beynin kadar konuş!” Daha ilkel tarzlara, insanlar sınırlı zekaları ve bilişsel yetersizlik nedeniyle başvuruyor. Bu beyin kapasitesi ile ilgili bir şey. Az öncede söylediğim gibi mizah zeka ile ilgili bir iş. Dolayısıyla ortalama zekaya sahip bir kişinin küfre başvurma ihtimali çok daha düşük olacaktır. Bu konuda yapılan çalışmalar var o yüzden bu kadar rahat konuşuyorum. Prof. Dr. Murat Atmaca isimli bir arkadaşımız var, hatta uluslararası yayınlarda yapılan atıflarda Türkiye birincisidir kendisi. Onun OKB ile ilgili yaptığı bir çalışma var. Bu çalışmada beyindeki koruyucu kimyasal N-Asetil Asetat düzeyi ile savunma düzenekleri arasında bir ilişki kurmuş ve çalışma gösteriyor ki beyindeki bu düzey ne kadar düşükse kullanılan savunma düzenekleri de o kadar düşük. İhtimal ki; şiddet, argo gibi iletişim biçimleri daha sağlıksız beyinlerin eseri olsa gerek.
Ayşegül Aldemir: Toplumda kabul gören insanların da argoya veya psikolojik şiddete başvurması, toplumdaki bireyler için de pekiştireç ve rol-model olma anlamı taşıyabilir mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Model oluyor tabi ki. Bunun örneğini de bizzat gördüm, hatta Twitter’da da yazdım. Siyasetçiler bu konuda çok geniş kitlelere hitap ettiği için etki alanları da çok geniş. İnsanların olaylara bakışını değiştirebiliyor. Siyasetçilerin zaman zaman insanlara kötü model olduğu kesin. Ama sonuçta hepimizin zaafları var ve bu da insan olduğumuzun bir göstergesi.
Ayşegül Aldemir: Sosyal medyada ünlü ve ünsüz insanlar arasındaki mesafeler daha azalmış görünüyor. İnsanlar kolaylıkla çok ünlü ve popüler kişilere ulaşabiliyor. Sevgisini ya da öfkesini kolaylıkla yöneltebiliyor, sizce de öyle değil mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Kızdığınız bir kişi varsa, sosyal medya bu kızdığınız kişiyi eleştirmek için çok müsait bir yer. Ulaşılmaz görünen bir insana çok kolay bir şekilde tepkinizi, öfkenizi yöneltmeniz mümkün. Ulaşılabilir olmanın bu tür sıkıntıları var ama aslında cazibesi de burada. Kızdığınız kişiye doğrudan yazıyorsunuz. Recep Tayyip Erdoğan’ın Twitter hesabında 4 milyon takipçisi var ve o bir başbakan. Kendisi geçen gün bir tweet yazmış, altına yazılan yorumlar çok ağır. Sonuçta insanlar kendilerini daha rahat ifade edecek zeminler buluyor. Bunu da kabulleniyor insan. Bundan bir önceki Papa hakkında bir şeyler yazıldı o dönem. Bir kişi Papa’ya Twitter’dan ağır eleştirilerde bulundu ve Papa silmedi bunu, spamlamadı. Açıp baktığınızda o yazı hala orada duruyor. Dediğim gibi insan bunu kabulleniyor bir zaman sonra.
Ayşegül Aldemir: Haluk Bey, biz Müslüman bir ülkeyiz. En azından % 99’u Müslüman olan bir ülkeyiz, İslam da hoşgörü dini. Bize hoşgörmeyi, hoş tutmayı öğreten bir din. Birbirimize karşı bu kadar tahammülsüz ve yıkıcı olmak, sosyal medyada olsa dahi, insanları böylesine kırıp dökmek İslam ile bağdaşıyor mu? Bu durum size makul geliyor mu, ne düşünüyorsunuz?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Güzel bir soru. Tek bir şey söyleyeyim bunun Müslümanlıkla bir ilişkisi yok. Tatarların bir atasözü var: “Yokluk talaştıra, varlık barıştıra” Yoklukta savaş edilir, varlıkta barış vardır. Belli bir düzeyin altında, kaynaklar azalmışsa kesin dövüşülür. Bence bu coğrafyanın sorunu bu. İslam dünyası neden böyle deniliyor. Sebebi açık, çünkü İslam dünyası fakir. Petrolü bir kenara koyduktan sonra, Müslüman dünyası gerçek anlamda ekonomik sıkıntı yaşıyor. Ekonomik refahı kaybettikten sonra savaşmak, didişmek, hukuka riayet etmemek çok olası durumlar. Bu anlamda ortalama refahı arttıracak her türlü tedbir, birbirimize karşı olan tutumlarımızı da iyileştirecektir. Refah düzeyi arttıkça, insani muamele ve hoşgörü de artar. Ben bu durumun örneğini Arap ülkeleri içinde Lübnan’da gördüm. Beyrut’ta sokakta arabalar yaya görünce duruyorlar mesela. Ancak başka herhangi bir Müslüman ülkede, Türkiye’de buna dahil, bu anlayışı göremiyoruz.
Ayşegül Aldemir: Müslüman ülkelerin derdi ilk olarak geçim derdi boyutunda. Maslow’un bahsettiği hiyerarşiyi düşünecek olursak, biz daha çok ekonomik kaygılar üzerinden bir hayat planlaması yapıyoruz belki de. Sizce de böyle mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Kesinlikle. Görünen tablonun ötesinde, bu coğrafyalarda insanlar aç kalmamak için yaşıyorlar. Ve pek çoğumuz bunu hayatımızın belli bir döneminde yaşıyoruz ve aşmaya çalışıyoruz. Ve bu durum kişisel bir sorun değil, bu durum ülkesel bir sorun. Üç kuşaktır şehirde yaşayan bir aileye mensup olsam da bu ülkenin ekonomik şartlarından dolayı ve kaynak sorunları nedeniyle, ben de dahil aslında hepimiz “köylü” sayılırız. Henüz “şehir ahlakı” ve “şehir tarzı” gelişmiş, ve topluma hakim olmuş değil!
Ayşegül Aldemir: Eleştirme konusunda da sıkıntılarımız olduğunu gözlemliyorum. Biz eleştiriyi, insanları geliştirmek için değil yıkmak için kullanıyoruz sanki. Sosyal medyada da bu durum çok net görülüyor. Eleştiride bulunurken bile bir öfke var. Acaba bu durum yapıcı eleştiri yapmayı bilmemekten kaynaklanıyor olabilir mi?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Çok güzel bir konuya değindiniz. Bu konuyla ilgili New York’ta bir eğitici eğitimi kursuna katıldım. Eğitimi veren psikoloji profesörü Xavier Amador, Guantanamo askeri üssünde, kendi jargonlarındaki ismiyle “Müslüman teröristler” ile görüşmek ve onlarla anlaşmak için, onlardan bilgi alabilmek için, Kur’an-ı Kerim’i beş kez okumuş inançsız bir kişiydi. Bahsettiği ilginç bir yöntem: “anlaşamamak konusunda anlaşmak” Yani, biri size ısrarla bir şeyin aksini söylüyorsa, o kişiyle o konuda anlaşamayacağınız konusunda saygı çerçevesinde anlaşmak! İddialarının gücüyle değil, ilişkinin gücüyle kazanabilirsin! mantığı. Mesela psikotik bir hastayla çalışıyorsunuz, onu kliniğe yatırmaya ikna etmeye çalışıyorsunuz ve hasta bu konuda direnç gösteriyor. Burada önemli olan, hasta size ne söylerse söylesin, onun söylediğine saygı duymak ve o konuda anlaşmayabileceğinizi hastaya ifade etmektir. Tamam, düşüncelerine saygı duyuyorum ama bu konuyu istersen erteleyelim, daha sonra tekrar konuşuruz gibi. Fakat karşınızdaki kişiye saygı duyduğunuzu mutlaka belirtiyorsunuz. Senin düşüncelerine, haklarına saygı duyuyorum ya da anlaşabileceğimiz farklı konular olabilir bunlar üzerine konuşalım gibi. Bence bu uzlaşma denilen şey, derin bir birliktelik filan değil. Hatta Türkiye’de “diyalog, hoşgörü” gibi kavramlar uzun süre anlaşılamadı. Biz bu temel duyguyu kaybetmiş durumdayız. Karşımızdaki insanla müzakere edebiliriz, bunda sıkıntılı bir durum yok. Peygamber Efendimiz’den (SAV) örnek alalım. Bir ay boyunca, Mescid-i Nebevi’de, Necran’lı Hıristiyanları misafir etmiştir. Bir ay süresince de soruyor, ibadetlerinizi rahat yapabiliyor musunuz? Ben bunu okuduğumda dehşete kapıldım. Eşime okudum, yakın arkadaşlarımın hepsine söyledim. Böyle bir şey var mı düşünsenize. Bu dünyaya bir peygamber olarak geliyorsunuz. Tüm dünya sizi dinliyor ve bir başka dinin mensuplarına dönüp diyorsunuz ki: “ibadetlerinizi rahat yapabiliyor musunuz?” Bu ne bulunmaz bir hoşgörüdür.
Ayşegül Aldemir: Çok etkileyici bir örnek . Peygamber Efendimiz’in (SAV) sonsuz bir hoşgörüsü var şüphesiz. Fakat biz O’nun ümmeti olarak bu kadar hoşgörülü müyüz, kullandığımız dil ve tutum, Peygamber Efendimiz’in (SAV) hoşgörüsüne, sünnetine uygun mu sizce?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Kesinlikle değil. Geçen ilginç bir şey öğrendim. Hz. Ali ve Muaviye ile olan çatışmalar, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi; malum olaylar. Fakat Hasan savaşı sürdürmemiş. Hasan’ın tarzı barış anlamına geliyormuş. Hasan, Müslüman kanı akıtmamak için, 100.000 kişilik ordusunu dağıtan bir kişi. Müslüman kanı akmasını daha tehlikeli buluyorum diyerek savaşı bırakmış. Bu çok önemli bir şey. İslamiyetle, sünnetle bağdaşır mı dediniz, elbette ki bağdaşmaz. İslamiyet daha çok Hz. Hasan’ın yaptığı gibi bir şey. İslamiyette esas olan anlaşamayacağınız hususlarda bile, kişilerin haklarını korumak ve gerekirse geri adım atmaktır. Bunu Peygamber (SAV) de yapmıştır, Hazreti Ömer (RA) de yapmıştır. Bu anlamda kişilerin mahrem dünyasına karışmaya kimsenin hakkı yoktur, İslam devletinde bile! Çok Fazla örnek var aslında. Ebu Hüreyre (RA), Peygamberin olmadığı bir sırada gelen, gayri meşru çocuk yapmış bir kadına çok kaba davranır, hakaret eder. Kadın da ağlar, üzülür ve gider. Bu hadise Peygamber Efendimiz’e (SAV) anlatılınca kendisi çok üzülür. O kadını derhal bulun getirin, der ve kadının gönlünü alır, nasihat eder . Bunu okuduğumda çok etkilendim. Bizlere de buna benzer gelen vak’alar oluyor. Dindar olan ve olmayan psikiyatristlerin tamamı (bir hastamız) kadını kınayarak ona yol göstermeye çalışmışlar. Vak’a bana geldiğinde, onunla bu olayları değil sadece psikiyatrik sonuçlarını konuşarak ilerledik. Bu daha insani bir şey. Peygamber de öyle yapmış, bunu biliyorum ama. Mesleğimizin nötralite/yansızlıkla ilgili onca öğretisine rağmen Peygamber (SAV) örneğini görmesem belki de o kadar rahat davranamazdım.
Ayşegül Aldemir: Peki, buradaki sıkıntı İslam’ı tam olarak bilmemek, içselleştirmemek ve yaşamamak olabilir mi ?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Öyle gözüküyor. Bu tamamen katılacağım bir konu. Tevazu çok önemli bir mü’min sıfatı ve çok temel bir değerdir insan için. Bir başka mü’min sıfatı da dürüstlüktür. Abraham Lincoln’e “Dürüst Abraham” diyorlar. Bence bu onun Amerikan başkanı olmasından daha önemli bir şey. Bu sıfatla anılmak çok kıymetli bir şey. Zaten tevazu, karşıdakini anlamaya çok geniş bir alan bırakıyor. Tevazu yoksa, o zaman dediğiniz gibi her alanda çok konuşan, çok bildiğine inanan ama aslında ham olan kişiler olarak yaşama riski var.
Ayşegül Aldemir: Mesnevi’de okumuştum ve çok sevdiğim bir sözdür: “Olgun başağın boynu büküktür”, der Mevlana. Çok hoş bir tasvir. Müslüman toplumlarda, boynu bükük ve tevazu sahibi olmakla, eziklik birbirine karıştırılıyor belki de…
Prof. Dr. Haluk Savaş: Evet, bir hadis de vardır bununla ilgili. “Mü’min’in misali yeşil ekin dalı gibidir. Onlar rüzgarla eğilir ve kalkarlar. Kafirler çam ağacı gibidir. Onlar çok cüsselidirler, dimdik kalırlar ama bütün bir gövdeleriyle devrilirler.” Bundan birkaç sene önce Gaziantep hayvanat bahçesinde çam ağaçları kökten devrilmişti ve bu hadisi daha iyi anladım. Bu çok güzel bir tarif… “Esneme”nin, geri adım atabilmenin olumlu bir yanına işaret ediyor…
Ayşegül Aldemir: Peki, gerçek hayatta çok agresif olduğumuz için mi sosyal medyada bu kadar şiddetliyiz. Yoksa bu şiddeti gerçek hayatta gösteremediğimiz için mi sosyal medyada bu kadar agresifiz?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Güzel bir soru. Burada gerçek hayatta gösteremediğimiz şiddeti sosyal medyada gösteriyoruz demek isterdim fakat öyle değil bence. Bence çapraz değil, düz bir ilişki var. Sosyal medyada insanlar kendi tabiatlarına uygun biçimde davranıyorlar. Sadece sosyal medyada daha rahatlar ve frenler daha gevşek. Özellikle açık kimliğiyle yazmayanlar çok daha ağır yazıyorlar. Kimisi içinde Twitter bir eğlenme ve keyif ortamı. Sonuçta, her şeyi o kadar da ciddiye almamak gerektiğini düşünen insanlar da var; ne var ki, yazmışsa yazmış gibi.
Ayşegül Aldemir: İnsanlara bu konuda neler tavsiye edersiniz? Bu konuda daha makul olmak için neler yapılabilir?
Prof. Dr. Haluk Savaş: Birincisi silme tuşunun olduğunu göz ardı etmemek lazım. İlk başlarda ben de öyle düşünüyordum ama artık şuna inanıyorum ki orada yazılanlar sizin eseriniz değil, gerektiğinde silinebilir. Sizin bir parçanız değil. Ben öyle bir şey söylemeliyim ki pişman olmamalıyım gibi bir bakış açısına gerek yok. Pişman olabilirsiniz ve silebilirsiniz. Az önceki hadisi de böyle düşünüyorum. Yani değişen şartlara göre esnemek ve uyum sağlamak. Müslüman fıtratının da o esnekliği taşıması gerektiğini düşünüyorum. Geri adım atamamak satrançta piyonun özelliğidir! İkincisi özür dilemek. Sosyal medyada yazdığınız bir şey karşı taraf açısından yanlış algılanmış olabilir, özür dileyin. Özür dilerim onu kastetmedim. Özür dilemekle hiçbir şey kaybetmeyiz. Üçüncüsü ise belki en başta söylenmesi gereken bir konu, bir şeyi yazıp çizerken nereye gideceğini düşünmek ve ağır sonuçlara yol açmamak. Nihayetinde karşınızda bir insan var. O sizin düşmanınız da olsa, en kızdığınız varlık da olsa, ki en kızdığımız varlık kimdir, şeytandır; fakat ölçülü olmak zorundasınız. Hac’da şeytanı taşlarken dahi elinizi ölçüsüzce havaya kaldıramıyorsunuz. Şeytana karşı ağır küfürler kullanılamaz. Bu çok ilginç bir şey.
Ayşegül Aldemir: Şeytana bile sonsuz kötülük yapamıyoruz yani..
Prof. Dr. Haluk Savaş: Kesinlikle. Haccın üç beş temel dokusu varsa bence bu en önemlilerinden bir tanesi. İnsanlar orada özellikle uyarılır. Adap tanımlanır. Karşınızdaki şeytan mı, ona dahi ölçülü davranıyorsunuz. Bu çok önemli bir şey. Yani insanlık sınırı dışına çıkamazsınız. Müslümanlar dinde kardeşimizdir, diğer insanlar da insanlıkta kardeşimizdir diye düşünüyorum her zaman…
Ayşegül Aldemir: Bu keyifli sohbet için, kıymetli düşüncelerinizi bizlerle ve Yeşil Topuklar okurlarıyla paylaştığınız için çok teşekkür ederiz Haluk Bey.
Prof. Dr. Haluk Savaş: Ben de çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. Haluk Savaş Kimdir?
Prof. Dr. Haluk Savaş, Psikiyatri alanında, ulusal ve uluslararası yayınlar konusunda Türkiye’de en çok makalesi olan öğretim üyesidir ve halen Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve A.B.D.’da çalışmaktadır. Aynı zamanda uluslararası prestijli bir akademik dergi olan “Journal Of Mood Disorders” (www.jmood.org) dergisinin de genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Tıp doktoru / Psikiyatrist kimliğinin yanında Sosyoloji-Antropoloji alanında “Kültür ve Psikiyatri İlişkisi” adlı bir master çalışması da bulunmaktadır. Bunun yanısıra “Sıfır Dediğimde” isimli ödüllü filmin senaryo danışmanlığını da yapan Prof. Dr. Haluk Savaş’ın, ödül kazanmış olduğu televizyon ve radyo programları da bulunmaktadır. Bilimsel kimliği ile de ulusal ve uluslararası pek çok ödül kazanmıştır. Yaptığı çalışmalar, verdiği eğitimler ile hem genç kuşaklara yol gösterici olmuş, hem de hastalarına büyük terapötik faydalar sağlamıştır.
Değerli hocamız Prof. Dr. Haluk Savaş’ı Twitter üzerinden @drhaluksavas ismiyle haluksavas.com.tr adreslerinden takip edebilirsiniz.
Kıymetli düşüncelerini bizlerle paylaştığı için kendisine sonsuz teşekkürler.
Selam ve dua ile…
Yorumlar