İsimsiz bir sokak gibi, tarifsiz bir adres gibi taşırlar insanlar yaralarını, ruhlarının en kuytu köşelerinde. Anlatılsa da deva bulmayan, tesellisi olmayan hüzün dolu bir serüvendir insanlığın geçmişi. Dünyanın faniliği ve fenalığı içinde yitip giden her şey yaradır insana. Kabuk bağlasa da, her yara her daim kanamaya hazır bekler pusuda. Ve bazen biz, insanların acılarının yanından yürür ve geçer gideriz. Umursamadan, sormadan, bakmadan insanları geçiştiriveririz. Öyle olur ki, insanların acılarını küçümseyiveririz. Çoğumuz, Rumi’nin anlattığı üzere, kederli ve dumanlı bir odaya pencere olmayı bilmeyiz ya da olmak istemeyiz.
Ne kış, ne de hüzün bu yazının sebebi. Bu yazının sebebi, insanlar arasında azalan muhabbet, sığ ilgiler ve esirgenen selamlar… Hırçın bir yüzyılın asık suratlı insanları olmaya başladık. Kalabalıklar birbirini görmüyor artık. İnsanlar birbirlerinin omuzlarına çarparak yürüyor ve özür dilemek kimsenin aklına gelmiyor. Tuhaf ki, her insan en iyi olanı hep kendisinin bildiğini zannediyor. Oysaki gerçek olan şu ki; hiç kimse, bir başkasının yaşam mücadelisini, yenilgilerini ve zaferlerini ve o insan için en iyi olanı bilmiyor. O yüzden bu kadar ketum ve katı olmak sadece sırtımızda yeni savaş yaralarının açılmasına neden oluyor, bu kadar basit.
Bu kadar mı uzun duvarlar yükseldi birbirimiz arasında? İnsanlar artık bu kadar mı uzaklar birbirlerine? Birbirini göremeyecek kadar, birbirinin acısını dindiremeyecek , yarasını saramayacak kadar mı aşılmaz mesafeler var insanların arasında ? Bazı insanların taşıdığı yaralar, ki yaralar bizim savaş izlerimizdir ve hayat mücadelimizin kanıtıdır, yaşamlarını kökten değiştirecek bir boyutta olduğunda, orada mutlaka konuşulmaya değer bir şeyler bulmak mümkündür. Çünkü ne vakit bir insanın yaşam seyrini alt üst eden bir olay yaşansa, orada bitmek bilmez bir sızı da vardır. Ama insanlar çoğu zaman acılara ortak olmayı bilmezler ve bunu öğrenmek de istemezler. Hatta dinlemezler bile. Bazen de küçümserler. Shakespeare’ın yazdığı gibi, çoğu kez “Yarayla alay eder yaralanmamış olan…”
Bir şey var, gün be gün yiten bir şey ve gün be gün kaybedilen değerli bir şey. Kaybolan ve eriyip giden bu şey, yok olan iyimserliğimiz. Bugünün insanı bireysel hazlarının peşinde koşarken, ve sürekli kendisiyle meşgulken, yanı başındaki insanların neler hissettiğini, nelerle mücadele ettiğini umursamaz hale geldi. Genelleme yapmak ne kadar doğru olur bilinmez ama gördüğüm kadarıyla insanlar dostlarıyla, akrabalarıyla, arkadaşlarıyla sadece yüzeysel konuları paylaşır hale geldiler ve kanayan bir yarayı iyileştirmeyi bilmiyorlar artık. Şifa veren sözlerimizi ve yeteneğimizi tüm dünya insanları olarak hızla kaybediyoruz. Artık cümle kurarken öfkeli sözler ağızlardan tek seferde çıkarken, gerçek bir “Nasılsın” sorusunu sormakta zorlanıyoruz. Serçe parmaklarımızla iyi ve güzel olan her şeyi yıkabilecek kadar kudretliyken; ellerimizi bir araya getirip iyi bir şeyler yapmayı ve birbirimize sevgiyle kenetlenmeyi yapamayacak kadar aciziz… Çünkü artık sözlerin şifasına inanmıyor insanlar. Uzattıkları ellerini tutmayan ellere dargınlar ve kırgınlar. İnsanların inandıkları tek şey basit, tekdüze ve sığ kelimelerden ibaret…
İnsanı ruhen büyüten ve olgunlaştıran şeyin zaman ya da yaş olmadığını düşünüyorum. Ruhları tekamül seviyesine getiren asıl şey hayatı yorumlama ve algılama biçimimizdir. Ruhlar en çok acı çekerken olgunlaşır, büyür ve yeşerir. Acılar bir kırağı gibi düşerken kalbimize ve buz keserken yürekler, hatta donarken bir çiçek; kalbimize düşeni bir yağmura çevirebilmek, yüreklerdeki buzları eritebilmek ve donan bir çiçeğe güneşi armağan edebilmek artık ne kadar da zor insanlar için. Hiçbir acı kolay değildir. Her yara zordur. Ancak bir yarayı en katlanılmaz kılan durum insanların kör, sağır duruşudur. Her zaman mühim işleri o an kentli insanın, kendi dışındaki herkesi yabancı gören tavrı, pervasızlığı maalesef iletişimin önündeki en büyük engel. Mazlum ve mağdur olan insanlara omuz olacak yerde mazlum ve mağdur olanı hor gören yeni insan modeli açıkçası pek de insani gelmiyor.
Ömrümüzün surlarında açılan her yara elbette imtihandır şu hayatta. Bu, Allah ile kul arasında yaşanan boyuttur. Ama bir de kul ile kul arasında yaşanan durumlara bakmak lazım gelir. Bize düşen, her yaraya merhem olmaktır. Bize yakışan her durumda kederli ve duman dolu bir odaya pencere olmaktır. Yaşam öyle çetrefilli ki ve bazı insanlar için öyle zor ki, bir insanın tek başına kaldıramayacağı büyüklükte ve tonlarca ağırlıkta olan acılar var şu hayatta. Olması gereken, o bir türlü kalkmayan yükleri birlikte kaldırmaktır. Ucundan, kıyısından tutmaktır. Tutunamıyorsa bir insan hayatın dallarına, o insanı hayata tutundurmaktır. Aslında doğru olan, acı çeken ruhların yanından pervasızca çekip gitmemektir. Yarayla alay etmemektir…
Birbirimize gerçek, içten bir “Nasılsın” diyebilmek, birbirimizi hakiki anlamda görmek ve birbirimizin acılarına omuz olabilmek özetle bize yakışırcasına davranmak umudu ile…
Psikolojik Danışmanlık & Aile Danışmanlığı üzerine ayrıntılı bilgi almak için:
Telefon: 0 533 692 3411
www.cozumpsikoloji.com
Iyi diyorsunuz da kul ile Allah arasindaki boyut kendisinin iradesi peki ya kul ile kul arasindakine ne dersiniz başka acaba kaçimiz kendi aramizda maskesiz geçiniyoruz birbirimizle